Sonsuz bir gecenin içinde, hüzün ve dert yüküyle yürüyen bir yolcuyum.
Her adımımda günahlarımın ağırlığını omuzlarımda hissediyorum. Dizlerimin bağı çözülüyor. Ruhum, fırtınada savrulan bir yaprak gibi. Hangi esintiye kapılsam, hangi sığınakta huzur bulsam bilmiyorum.
Ama bir Nur var…
O, sahraları aydınlatan sabah gibi. O, karanlığı delip geçen aydınlık, umudun ta kendisi. İsmi anıldığında gönüller titrer, sesinde rahmetin binbir tonu yankılanır. O ki, ümmeti için ağlayan, ümmeti için niyaz eden, ümmeti için gözyaşı döken bir Peygamber.
Ya Resulallah, derdim çok, devâm sensin…
“Evet, evet, evet!.. Eğer kainattan Risalet-i Muhammediye’nin (asm) nuru çıksa, gitse kainat vefat edecek!.. Eğer Kur’ân gitse, kainat divane olacak ve küre-i arz, kafasını, aklını kaybedecek. Belki,şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.!”
Bir kıyamet ki, dizlerimi toprağa bırakıyor, kalbimi dergâhına sunuyorum. Şefaatinin umudu yüreğimi sarıyor. Gözlerimi kaldırıp Ravza’nın gül bahçelerine bakıyorum; bir avuç toprak olsam, ayaklarının değdiği yerde savrulsam diyorum.
Senin kapına geldim, mücrimim, noksanım, pişmanım. Sen ki, alemlere rahmetsin, günahkâra lütuf, âcize himmetsin. Bir damla ümide muhtaç yüreğime, bir bahar ferahlığı üflesen, bir kez ‘ümmetim’ desen…
Ey şefkatin, merhametin, affın en yüce tecellisi! Gözyaşlarımı Medine’nin taşlarına bırakıyor, yüreğimi sana sunuyorum.
“Ben Resûl-i Kibriyâ’nın bülbül-i nâlânıyım...” ağlayarak, sızlayarak, yalvararak senin izini süren bir âcizken; dermanım senin kapında…biliyorum... Ve ben o kapının eşiğinde, boynum bükük, gözlerim dolu bekliyorum.