3 Şubat 2016 tarihli yazımızı hatırlayanlar ya da bu yazımızı internet sitemizden yeniden okuyacak olanlar, “Rus uçağının düşürülmesi doksan üç yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli stratejik hatalarından biriydi” sözümüzü de hatırlayacaklardır. Hakikaten, Rus uçağının düşürülmesi, Türkiye açısından vahim sonuçlara yol açtı ve hâlâ da açıyor.
Birincisi; Seracılıktan, kayısı üreticiliğinden tutun, narenciye yetiştiriciliğinden diğer tarım ürünleri yetiştiriciliğine kadar olumsuz etkilenmeyen hiçbir tarımcı yok gibi. Tarımda toplam zarar belki 1,5-2 milyar doları aşmıyor, fakat bu 1,5-2 milyar dolar, onbinlerce tarım çiftçisi ve çalışanını oyalıyordu.
İkincisi, zaten her sene büyük açıklar veren bütçe açığının büyümesinin önlenmesinde en etkin rolü oynayan turizm sektörü büyük darbe yedi. Turizm sektörünün en önemli müşterisi Rus vatandaşlarının ayağını Türkiye’den bıçak gibi kesmesiyle, turizm döviz gelirleri düştü, turizm yatırımları durdu ve bu sektörde faaliyet gösteren işletmeler zarar ve iflâs etmeye başladı. Son dönemde satışa çıkarılan otel ve motelin haddi hesabı yok.
Üçüncüsü, güvenliğimiz tehlikeye girdi. Sözde delikanlılık yapıp Rus savaş uçağını düşürdükten sonra, Suriye semalarında dut yemiş bülbüle döndük. Kilis’e bomba düşmesi artık olağan hale gelirken, Rusların S-300 tehdidi dolayısıyla, Suriye hava sahasına yan bile bakamaz olduk. Tehdit ve saldırıların geldiği yere hava operasyonu yapılması, Türkiye’nin en tabiî meşrû müdafaa hakkı olmasına rağmen; uçaklarımız Suriye sınırına yaklaşamıyor bile. Nereye gittiği bilinmeyen top atışları ile kamuoyuna ninniler söyleniyor. Bugün Kilis patlamış durumda, herkes göç hazırlığı yapıyor.
AKP Hükümetinin en büyük hatası, Rus Dış Politikasını kendi AKP Dış Politikası ile karıştırması oldu. Batı’nın ve Rus’un Dış Politikası bir devlet politikası olarak yürüyor. Zırt pırt “U Dönüşü” yapıp, “hadi silbaştan yeniden” anlayışına dayanmıyor. Rus uçağını düşürüp tabiri caizse artistlik yapmak, tek kelimeyle Rusları hafife almak oldu. Halbuki AKP’nin küçük gördüğü bu Rus Dış Politikası, Çariçe II. Katerina’dan bugüne dünyaya kök söktürüyor. Soğuk Savaş döneminde, Nato ve Amerika’yı tek başlarına dengede tuttular.
Hakikaten adamlar dış politikayı ve siyaseti öyle yapıyorlar ki, sizin tarımınızın, turizminizin, millî güvenliğinizin canına okuyorlar, size bedel ödetip ciğerinizi söküyorlar. Adamların ambargosu, sizin Fransız mallarına boykot yapalım mallarını almayalım kibarlığına da hiç benzemiyor, Ruslar resmen bedel ödetip ceza kesiyorlar.
Rus ambargosu dolayısıyla Türkiye’nin uğradığı zararla, düşürdüğü 40 milyon dolarlık bir Rus SU-24 uçağına karşılık, tanesi 300 milyon dolardan son model dünyanın en donanımlı F-35 uçağından en az 35 adet satın alıp, dünyanın en güçlü uçak filolarından birine sahip olabilirdi.
Ne demeli rüzgâr eken, fırtına biçer…
…
TBMM Başkanı, laiklik konusunda öyle bir çuvalladı ki, hükümeti ve kendi milletvekilleri arkasında durmadığı gibi, evde karısının bile arkasında durduğundan şüphem var. Cümlelerini, şahsî düşüncelerim olarak düzeltmesi yetmedi, sözünü geri alıp yeni bir laiklik tarifi yapması bile, tepkileri dindirmeye yetmedi. Düşünün ki dört bakanını bir raddeye kadar savunabilen CB Erdoğan bile kendisini hiç savunmadı. Hele bunu bir Meclis Başkanı sıfatıyla ifade etmesi, eleştirilerin dozunun en üst seviyede olmasına yol açtı.
TBMM Başkanı’nın düşüncelerine şaşırmalı mıyız? Dilimi sürçtü, yanlışlıkla ağzından mı kaçtı? Elbette hayır. İsmail Kahraman’ın düşünceleri belli bir fikriyatı yansıtıyor. İnternet medyası ve sosyal medyayı incelediğinizde, Siyasal İslâmcı ve Radikal İslâmcılardan Kahraman’a verilen çok ciddî bir destek de var. Yani bu bir dil sürçmesi değil, belli bir siyasî fikrin meclisteki yansıması. Yanlış olan şey, İsmail Kahraman gibi bazı siyasetçilerin ve onun gibi düşünenlerin hâlâ İhvan-ı Müslimin çizgisine takılıp kalması. Kafa hâlâ oralarda.
Siz, muhafazakâr demokratız, dindar demokratız diye sahaya atlayıp, Bediüzzaman’ın Münâzarât’ını bir kez bile okumadan meclise, hatta meclis başkanlığına zıplarsanız, ortaya ne zaman ne inciler saçacağınızı yumurtlayacağınızı siz bile tahmin edemezsiniz. Her şey size uzatılan bir mikrofona bakar. Bülbül gibi şakıdığınızı zannedersiniz, ama verdiğiniz konser sonunda tıpkı şimdiki gibi, çürük domates ve yumurta yağmuruna tutulabilirsiniz. Siz “Beethoven” gibi konser verdiğinizi sanırken, Mekân sahibi bile, “Nerden bulduk la bu adamı” deyip kulaklarını tıkayabilir.
Dolayısıyla asrın imamı Bediüzzaman’ı ıskalamayacaksınız. Ne büyük bahtsızlık Bediüzzaman’ı tanımamak.
Ne demiş Bediüzzaman:
Eğer laik cumhuriyet soruyorsanız; ben biliyorum ki; laik, mânâsı bîtaraf kalmak; yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim. (Tarihçe-i Hayat, (yeni tanzim, s. 626)
Nasıl ki, hükûmet-i cumhuriye “dini dünyadan tefrik edip bîtarafane kalmak” prensibini kabul etmiş; dinsizlere, dinsizlikleri için ilişmediği gibi, dindarlara da, dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin icâbâtındandır. (Tarihçe-i Hayat, (yeni tanzim, s. 376) *** Hem, bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa taraftar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hakimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem madem, laik cumhuriyet, prensibiyle bîtarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahaneler ile ilişmemek gerektir. (Tarihçe-i Hayat, (yeni tanzim, s. 341)