Davutoğlu’nun balkondan aşağı atılmasıyla, AKP’nin milletin onayına sunmadan fiilî olarak Başkanlık Sistemi’ne geçmesi, bazı sualleri de zihinlere getirdi.
Devletin başının, işine gelmeyen Anayasa Mahkemesi kararlarına uymadığını ve saygı duymadığını da bildirmesi, yürütmede tek yetkili olarak ipleri eline alması, bir insanın daha suçlu olduğu belli olmadan –ki mahkeme bir insanın suçlu olup olmadığının tesbiti için yapılır)- yine devletin başı tarafından “tabiî ki suçluysa tutuklu yargılanacak” ifadesiyle, mahkemeye gerek kalmaksızın peşin peşin suçlu ilân edilmesi, devletin başının kamuoyunu ve demokrasiyi ilgilendiren önemli dâvâlar hakkında görüş bildirip mahkemeleri baskı altına alması gibi birçok sebeple, bir ülkede demokrasinin olup olmadığının en önemli göstergelerinden olan “güçler ayrılığı”nın ülkede fiilen bittiği tartışmaya bile mahal bırakmaksızın net olarak ortaya çıkınca, bu makalemizin giriş kısmının yazılma sebebi olan Güçler (Kuvvetler) Ayrılığı-Güçler (Kuvvetler Birliği) nedir? konusunun açıklanması gereği doğdu. Güçler ayrılığı ilkesi yasama, yürütme ve yargı kurumlarının, devletin farklı organlarında bulundurularak iktidarın tek elde toplanmasını engellemek ve bu üç kurumun birbirlerini denetleyebilmesini sağlamak anlamına gelir. ‘Devlet iktidarının üçe bölünmesi ve bunların ayrı organlara verilmesi gerektiği yolundaki yaklaşım, siyasal rejimlerin sınıflandırılmasında da temel alınmıştır. Buna göre yasama ve yürütme güçlerinin bir elde toplandığı rejimlere “güçler birliği”, bu yetkilerin birbirinden bağımsız ayrı organlara verildiği sistemlere ise “güçler ayrılığı” sistemleri adı verilmektedir. İktidarın paylaşımı sayesinde demokratik yollarla iktidara gelen kişilerin kendi tiranlıklarını kurmaları engellenmeye çalışılmıştır.
Güçler birliğinde ise, yasama ve yürütme gücü aynı organda birleşmiştir. Yargı gücü yine bağımsızdır. Bakanlar tek tek meclis tarafından atanır ve görevden alınır, meclise karşı sorumludurlar.
Başbakanın ve bakanların tek tek Cumhurbaşkanı tarafından atandığı, yargı kurumlarının büyük çoğunlukla yine hükümet tarafından kontrol edildiği ülkemizdeki şu andaki fiilî durum, ne güçler birliğine ne güçler ayrılığına uymakta olup; yürüyen sistemin demokratik bir sistemle ortak fazla bir yanı bulunmamaktadır.
Başkanlık Sistemi’nde, güçler birbirlerinden olabilecek en sert bir biçimde birbirlerinden ayrılmıştır. Dolayısıyla ülkemizde istenen şey bir başkanlık sistemi de değildir. Çünkü, Başkanlık Sistemi en başta, ben başkanlık sistemini istiyorum diyenlerin işine gelmez. Başkanlık sisteminde cumhurbaşkanı ve yasama meclisi iki paralel yapı şeklinde çalışır. Hele bırakın adalet mekanizmasını ele geçirmeyi, adalete müdahaleye teşebbüs bile açıktan suç teşkil eder. Binaenaleyh, ülkemizde şu an CB Erdoğan ve Saray kabinesinin talep ettiği yapının Başkanlık Sistemi’yle yakından uzaktan hiçbir alâkası yoktur. CB Erdoğan ve Saray kabinesi istedikleri şeyin Başkanlık Sistemi’yle alâkası olmadığını fark ettiklerinden, demokrasilerde asla yeri olmayan ve “demokratik görünümlü Türk tipi sultanlık” anlamına gelen bir “Türk Tipi Başkanlık” kavramını ortaya attılar. İstedikleri gerçekleşirse, aslında Türkiye aksak-topal da olsa işleyen demokrasiden, nereye gideceği belirsiz bir serüvene doğru yol alıyor. Bunun net olarak anlaşılması lâzım.
Her ne kadar Ahmet Davutoğlu’nu son yazımızın son paragrafında eleştirsek de, seçilmiş başbakanın parti içi bir darbeyle halledilmesiyle birlikte, ülkenin bir İstikrarsızlık Dönemi’ne girdiğini kabul etmemiz gerekiyor. Bu istikrarsızlık dönemi, kriz dönemine evrilebilir mi? Evet öyle bir risk var. Çünkü şu an Türkiye, PKK, IŞİD, Suriye, Rusya ile açık cephede mücadele ediyor. Türkiye ekonomisi çok düşük kalkınma hızlarıyla ilerliyor, dolar 2,90 seviyelerinin altına kalıcı olarak inmiyor ve genel ekonominin objektif bir göstergesi olan borsa (BIST) yıllardır 75.000-85.000 bandına demir atmış durumda. Başbakanlığa getirilmesi muhtemel olan favori olan Bozdağ, ya da Yıldırım ve Albayrak gibi düşük profilli isimlerle, bu güçlü ve yapısal sorunların üstesinden gelinebileceği düşünülmüyor. Ülkenin yönetimine müteahhit siyasetçilerin gelmesi ile birlikte, bir yönetim kalitesi sorunu da baş gösterecektir. Buna Davutoğlu’nun artık olmayışının Batı ile ilişkilerde köprü vazifesini getirmedeki eksikliğini de eklemek gerekecek.