Güneydoğudaki şehir ve kasabalara yerleşmesine ve hakimiyet kurmasına göz yumulan PKK unsurlarının, buralardan sökülüp atılma operasyonlarında sona yaklaşılmasıyla birlikte, bundan sonra ne olacak sorusu sorulmaya başlandı.
Çözüm sürecindeki PKK unsurlarının şehirlere yerleşmesine göz yumma gibi bir büyük strateji hatası, Çözüm Süreci’nin sona ermesinden bugüne kadar 350’nin üzerinde şehit verilmesine sebep oldu. Bu süre zarfında, PKK’nın bu şehirlerde yaptığı propaganda, bölge halkına saldığı otoriteyle karışık korku ve buralardan devşirdiği insan gücü de işin cabası oldu.
Bugün ülke kamuoyunun geldiği nokta; şayet çözüm süreci, meclis çatısı altında, HDP, PKK’nın kucağına itilmeden diğer STK’larla beraber yürütülseydi, şüphesiz daha iyi bir sonucun alınabileceği yönünde. Çözüm Sürecinin Abdullah Öcalan, Kandil ve MİT arasına sıkıştırılması, aslında bebeğin zaten ölü doğması demekti. PKK’nın demokratik haklar dahil, bir çok konuda doğrudan muhatap alınması devletin kendini inkâr etmesi demekti. Çünkü bu durumda, bugüne kadar bu demokratik hakları vermeyen devlet, bu demokratik hakları almaya çalışan da PKK’ymış pozisyonuna düşülüyordu. PKK ile müzakere edilmesine hiçbir zaman karşı çıkmadım ve hâla da karşı değilim. Fakat müteaddit defalar ifade ettiğim gibi, PKK ile müzakere edilecek yegâne konu, PKK’nın silâhları bırakıp kendini feshetmesi karşılığında PKK örgütü üyelerine çıkarılacak af ve bu affın çapıdır. Demokratik haklar ve diğer konuların müzakere adresi meclis çatısı ve Sivil Toplum Kuruluşlarından başkası değildir.
Kasım 2015 seçimlerinde Erdoğan Liderliğindeki AKP kampanyası, HDP=PKK diyerek, HDP’den bir milyon oy kapmasına kaptı, fakat bu yaklaşık beş milyon HDP seçmenine PKK’lı muamelesi yaparak, ülkedeki derinleşmeyi daha da arttırdı.
Sonrasında muhteva olarak bizim de yanlış ve eksik bulduğumuz Akademisyenler bildirisine imza atanları bir anda terörist sınıfına koyarak, adeta güneydoğu sorunundaki bütün sivil unsurları aradan çıkardığının ispatını yaptı. Olay fikir özgürlüğü ve bunu açıklama perspektifinde değerlendirilmeli ve yumuşak tepkilerle çözümlendirilmeliydi. Ayrıca, bildiriye imza koyan birçok akademisyene, 2007 sonrası Abdullah Gül’ün seçtiği rektörlerce kadro verildiğini göz önünde bulundurursak, bunu nasıl açıklamak gerekiyor?
Güneydoğu’da ya da ülkenin herhangi başka bir köşesinde, devlet yetkisinin bir başka güce devredilmesinin imkân ve ihtimali yok. Yani, önünde sonunda PKK unsurları, bu şehir ve kasabalardan temizlenecek. Sonrasında ne olacak? Güneydoğu gençlerinin PKK’yı tercih etmesi nasıl engellenecek? Hayatî soru budur. Sorunun cevabı ise ikidir. Bölge insanlarının maddî ve manevî hayatlarının geliştirilmesidir.
Manevî hayatlarının gelişimi ancak “Doğru İslâm” ve “İslâmiyete lâyık doğruluk” ile sağlanabilir. Bunun reçetesi ise Risale-i Nur Külliyatı’nda açık olarak var. Yeni Asya zaten bu çalışmaları uzun zamandır gönüllü olarak yapıyor. İşin bu boyutunun gerçekleştirilmesinde cemaat ve tarikatlara çok iş düşüyor. Siyasî dindarlık ile bu işin olmayacağı neredeyse her gün karşılaşılan acı olaylarla ispatlanıyor. Şu anda ülkedeki derin yapıların ve hükümetin ortaklaşa olarak gerçekleştirmeye çalıştıkları, cemaat ve tarikatları bertaraf edip, yerine Siyasal İslâmcılığı montajlama çabaları, ülkeyi bölünmenin eşiğine getirecek en tehlikeli iştir. Çünkü din, bir vicdan ve tercih işidir. Siyasal İslâmcılık ise; menfaat ve ram etme işidir. Bize karşı gelen dine de karşı gelir anlayışını dayatırsanız, PKK’nın 30-40 yılda yapamadığını çok kısa sürede başarırsınız.
Ekonomik haklar, demokratik hakların içinde yer alan en önemli haklardan bir tanesi. Her ülke, çalışma çağına gelmiş her vatandaşının çalışabilmesi için, gerek özel sektör gerekse kamu eliyle, gerekli istihdam şartlarını oluşturmaya mecbur. Yani, maddî hayatların gelişimi de devletin ana görevlerinden biridir. Merak ediyorum acaba, dağa o çıkan gençlerin, bir meşguliyetle yani çalışarak ayda çok değil 700 dolar yani 2000 TL civarında gelirleri olsa, kaçta kaçı dağa çıkar, kaçta kaçı olduğu yerde kalırdı? Yani demek istediğim şudur ki dağa her çıkan her çocukta ve her gençte, devletin sorumluluğu vardır. Şu soruyu kendimize açıkça sormalıyız ki; dağa çıkan gençlerin ezici bir çoğunluğu, yaşadıkları yerde kendilerini daha iyi bir hayatın beklediğine inansa, ortalama insan ömrünün 5 yıl olduğu dağa onları kim çıkarabilirdi? Bir insana verilebilecek en kötü görev, görevsizlik yani kimliksizliktir. Düşünün ki bir genç, toplumda hiçbir görevi yok, yani işi yok gücü yok, bu durumda bu genç görevsiz kalmaktansa kötü bir görev de olsa, karşılığı ham hayal de olsa, birilerinin görevlisi olmayı tercih etmektedir. Çünkü bir insan, bir yere ait olduğu duygusunu hissetmeden, bir yere eklemlenmeden yaşayamaz.
Şu çok açık ki; PKK unsurlarının, şehirlerden söküldüğü şu günlerde bundan sonrası için, bu gençlere maddî ve manevî hayat imkânları sunmadan, PKK sorununun çözülebileceğini düşünmek, ham hayalden öte bir şey değildir. Çünkü insan gücü alttan sürekli geliyor ve yaşanan cidal, yeni intikam duyguları meydana getirmekten başka bir işe yaramayıp yarayı daha da derinleştiriyor. Artık başka şeyler yapmalı ve adına ister Çözüm Süreci masası deyin, ister başka bir masa deyin, bir masa etrafında konuşmaktan çok, sahada iş yapmaya yönelik olmalı.