Yakın Tarih Yazıları...
Suriye–Filistin Cephesinin çöküşü
Sona doğru yaklaşan Birinci Dünya Savaşının şiddetli çatışmalara sahne olan Suriye–Filistin Cephesinde, 19 Eylül 1918 günü İngilizlere karşı kesin ve feci bir mağlûbiyet yaşadık.
Fransız ve İtalyanların da yardım ettiği İngiliz kuvvetlerine karşı feci âkıbetin yaşandığı yer, Filistin'in kalbi mesabesindeki Nablus şehri civarıdır.
Nablus Meydan Muharebesi olarak tarihe geçen bu savaşta, Osmanlı ordular grubu kumandanlığı el değiştirmiş, Alman Falkenhayn'ın yerine Liman Von Sanders getirilmişti.
İngiliz kumandanı ise Allenbey'dir.
İngilizler'in maksadı Şam'ı zapt ederek savaşı bitirmektir.
O esnada bütün Suriye isyan hâlindedir. Bölgedeki Arap kuvvetleri, özellikle İngilizlerin uzun yıllardan beri sürdürdüğü casusluk faaliyetleri sonucu, Osmanlı aleyhine dönmüş bir vaziyete düştüler.
İttihatçı ekâbirlerden Cemal Paşanın da o esnada bulunduğu Filistin–Suriye Cephesinin çökmesi sonucu, Ortadoğu'da Osmanlı yerine Batı devletlerinin hâkimiyet kurmasına rahat bir yol açılmış oldu.
Bu savaşlardaki mağlûbiyetler esnasında görev yapan Alman generalleri bir yana bırakalım. Çünkü, onlardan çok fazla bir yararlılık beklentisi içinde olmak abesle iştigaldir.
Peki, ya oradaki Arap düşmanı İttihatçı subayların durumuna ne demeli?
Bölgede yıllardır en üst düzeyde ve en yüksek bir selâhiyet içinde görev yapan kişi, meşhûr İttihatçı Cemal Paşadır.
Cemal Paşa, Arap beldelerinde görev yaptığı süre içinde, neredeyse bütün kabileleri Osmanlı'nın aleyhine çevirmekle meşgul oldu. Kabile mensuplarından, hatta bir kısmı aşiret reislerinden olmak üzere, sayılamayacak kadar çok insanı acımasızca cezalandırdı. Üstelik, cezaların çoğu idam (kurşuna dizme) şeklindeydi.
En ufak bir şüphe ve zan sebebiyle öyle cezalandırmalarda bulundu ki, savaşın sonlarına doğru gelindiğinde, neredeyse Osmanlı'ya düşman hale getirilmeyen bir tek Arap kabilesi kalmamıştı.
Cemal Paşanın yanı sıra, aynı coğrafyada, ayrıca Fevzi Paşa, M. Kemal ile Albay İsmet de vazife yaptı.
Lâkin, onların görev sorumlulukları altındaki bölgelerde de, hiçbir iyileşme emaresi görünmedi. Hatta, umumî manzara daha beter bir hale geldi.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, İttihatçı subaylar, 402 senedir Osmanlı hakimiyeti altındaki bu Arap beldelerinin elden çıkmaması için ciddî hemen hiçbir varlık göstermemişlerdir.
Hatta, bir kısmı buraların elden çıkması için adeta muarız kuvvetlerle işbirliği içine girmişcesine hareketlerde bulundu.
Bu bölgedeki yüz bini aşkın Osmanlı askerinin fecî âkıbeti hakkında da tatminkâr bilgilerden ne yazık ki mahrûm durumdayız.
Bu konu, 1924'te bir ara Millet Meclisi'nin gündemine de taşındı. Ancak, ne hikmetse üzeri örtüldü ve bu hazin hikâyenin karanlıkta bırakılması cihetine gidildi.
Elhâsıl, Suriye–Filistin Cephesinin kaybedilmesinde en büyük sorumluluk Cemal Paşanın. Ancak, onun günah ortağı durumunda daha başka İttihatçı zorbalar da var.
İnşaallah, ileride bir tarih mahkemesi kurulur ve karanlıkta kalan bu meseleyi lâyıkıyla aydınlığa kavuşturur.
Karargâh var, ordu kayıp
Filistin Cephesinde (Nablus'ta) büyük hezimetin yaşandığı gün (19 Eylül 1918), M. Kemal Paşa da, aynı cephede 7. Ordu Komutanı sıfatıyla bulunuyordu.
Kemal Paşa, 7 Ağustos 1918'de Filistin Cephesindeki 7. Ordu Komutanlığına ikinci kez atanmıştı.
Bu ordu, 4. ve 8. Ordularla birlikte, Alman General Liman Von Sanders'in komutasındaki Yıldırım Orduları Grubunu teşkil ediyordu.
Grup Komutanlığı, 30 Ekim'de, yani savaşı sona erdiren Mondros Mütarekesinin imzalandığı gün, M. Kemal'e devredildi.
M. Kemal, yıldırım hızıyla bölgeden çekilerek, ordu karargâhını Adana'ya taşıdı.
Karargâhın merkezi Anadolu topraklarına taşındı taşınmasına, ancak ordu neferatının kahir ekseriyeti İngilizler tarafından işgal edilen Suriye–Filistin topraklarında kaldı: Kimi şehit, kimi yaralı, kimi de esir olarak...
402 yıl sonra Şam ve Halep'in sukûtu
Suriye–Filistin Cephesindeki çöküşün ardından, Osmanlı'nın elindeki Suriye şehirleri birer birer düşmeye başladı.
Nitekim, 1 Ekim 1918 günü, tam 402 senedir Osmanlı'nın idaresinde bulunan ve "Şam–ı Şerif" olarak bilinen Suriye'nin en büyük, en mübarek şehri düştü.
İngiliz kuvvetlerinin şehri işgale başlaması üzerine, Osmanlı kuvvetleri Halep'e çekildi. Halep'te yeni ordu karargâhı kuruldu. Ancak, çöküş ve gerileme devam etti. 27 Ekim günü de Halep şehri elden gitti.
Birinci Dünya Savaşı tam da bitmek üzereyken, Şam ve Halep'in elden gitmesi, Osmanlı için son iki büyük felâket olarak addedildi.
Yaşanan bunca felâkete ve üç gün sonra (30 Ekim) imzalanan Mondros Mütarekesine rağmen, düşmana karşı kahramanca direnen Arap–Osmanlı şehirleri oldu. Bunlar, sırasıyla şöyledir: Musul, Medine ve Trablus (Libya) şehri.
Ne var ki, bunların direnişi de uzun sürmedi. Zira, imzalanan antlaşma ile hem Osmanlı'nın mağlubiyeti tescil edilmiş, hem de Kuzey Afrika ve Arabistan'da görev yapan Osmanlı paşalarının bir kısmı İngilizlerle el altından anlaşmışlar gibi, tuhaf bir işbirliği içine girmişlerdi.
Evet, İngiliz, Fransız ve İtalyan ordularının sâir İslâm beldelerindeki bu son başarılarını, sadece kendi öz kuvvetleriyle izah etmek mümkün görünmüyor.
Zira, bunlar harbin başından (1914) itibaren düşmana karşı dayanmışlar, direnmişler ve ta 1918 yılı sonlarına kadar da Osmanlı'ya olan bağlılıklarını devam ettirmişlerdir.
İtilâf devletleri, yıllardır Arabistan ve diğer yerlerde faaliyet yürüttükleri halde, bir türlü maksatlarına ulaşamıyorlardı. Osmanlı'nın zayıfladığı yerlerde bile, Arap ve Berberi kabileleri direniyor ve gayr–ı müslim kuvvetlere teslim olmayı kabullenmiyordu.
İşte, ne olduysa 1917–18 yıllarında oldu. Sanki, Osmanlı içinde bulunan bir gizli el, Ortadoğu'daki bütün Osmanlı belde ve eyaletlerini ecnebi kuvvetlerine peşkeş ediyordu.
Bu arada, cephelerde sürdürülen savaşlar da, göstermelik olmaktan öteye gitmiyordu.
Demek ki, "işin içinde iş var"dı. Kimi İttihatçı paşalar, adeta İngilizlerin ve bilhassa Filistin topraklarında gözü olan Yahudilerin hesabına çalışıyordu.
O beldelerin bu derece kolay, çabuk ve fakat çok ağır kayıplarla elimizden çıkmış olmasının gizli–açık sebeplerini iyice araştırıp bulmak lâzım.
Aksi halde, insanlarımıza doğru tarihi göstermiş, öğretmiş sayılmayız.
Bu konuya dair bazı kitaplar yayınlandı. Ancak, bunlarda yeterli bilgi yok.
Zira, bunlarda 14 Eylül 1918'de İskenderiye'nin dar sokaklarında başlayan ve gerisin geriye yıldırım hızıyla yaşanan o büyük felâketin hiç olmazsa iki aylık hikâyesi hakkıyla anlatılmıyor.
O tarihe ait "İngiliz Savaş Belgeleri"ne bakıp okuyan hür araştırmacılar, işin içinde bir ihanetin mevcut olduğu kanaatine varıyorlar.
Yarın: Ateşkese rağmen, güzelim Musul işgal edildi.