Yakın tarihle igili yazı serisinin bir evvelki bölümünde "Son sadrâzamın vedâsı" üzerinde durmuştuk.
Bu bölümde ise, son padişahın vedâsı ve son halifenin durumuyla gili gelişmelere kısaca temas ederek "yakın tarih yazıları"nın Osmanlı devrine ait kısımını tamamlamış oluyoruz.
Ancak, hayat devam ettiği gibi, tarihin akışı da devam ediyor.
Bediüzzaman Hazretlerinin mükerreren ifade ettiği gibi, yaşadığımız devir, bütün ümmetin "şerrinden Allah'a sığındığı" dehşetli "Âhirzaman" devridir.
Yine Üstad Bediüzzaman'ın Kevser Sûresindeki âyetlerin mânâ tahtından yapmış olduğu istihraç ve te'vile göre, Âhirzamanın başlangıç tarihi 1800'lü yılların başlarına dayanıyor.
O tarihlerde, başta Yeniçeri Ocağı olmak üzere ortalığı ifsada başlayan mason ve zındıka komiteleri, halife sultanları öldürüp Hilâfeti kaldırma niyet ve teşebbüsünde bulundular.
Ne var ki, Halife Sultan III. Selim'i katlettikleri (1807) ve Halife Sultan II. Mahmud'u da öldürmeye teşebbüs ettikleri halde (1808), yine de gayelerinde tam muvaffak olamadılar.
Fakat, bu niyetlerinden vazgeçmeyerek fitne rüzgârları estirmeye devam ettiler. Nihaî maksatlarına ancak bir asır sonra vâsıl olabildiler: 1909'da Halife Sultan Abdülhamid'i devirerek Selanik'e mevkuf gönderdiler.
Bu şenaati yapan aynı zihniyetin sahipleri, ne aciptir ki 1924'te Hilâfet makamını da lağvederek din–i İslâma ve ümmet–i Muhammede karşı en büyük ihaneti irtikâp ettiler.
İşte, bu minval üzere yaşanan gelişmelerin 1 Kasım 1922'den sonraki safhaları...
Saltanat bitti, Hilâfet devam ediyor
Millet Meclisi'nin kararıyla Saltanat–ı Osmaniyenin kaldırılmasının hemen ardından, Sadrâzam Tevfik Paşa da kabinenin istifasını sunarak bir kenara çekildi.
4 Kasım tarihi itibariyle Sadâret/Hükümet diye bir makam kalmadı.
36 Padişah Sultan Vahdeddin'in 16/17 Kasım (1922) gecesi yurdu terk etmesiyle de, altı asırlık Osmanlı Saltanatı fiilen sona ermiş oldu.
Böylelikle, Saltanat sistemi bitmiş, ancak Hilâfet makamı Millet Meclisi'nin iradesiyle devam ediyordu.
Meclis'in uhdesinde bulunan Hilâfet mânâ ve makamı, 17 Kasım tarihi itibariyle Mehmed Vahdeddin'in üzerinden alınarak şehzâde Abdülmecid Efendiye tevcih olundu.
Abdülmecid Efendinin şahsında sürdürülen makam–ı Hilâfet, 3 Mart 1924 tarihine kadar devam etti.
Yine aynı tarih itibariyle, bu kudsî makam lağvedilerek, akıllara durgunluk veren bir icraata imza atıldı.
Buna göre, gerek Saltanat ve gerekse Hilâfet makamı, düşmanların haricî saldırılarıyla değil, dahilî müdahalelerle kaldırılmış, lağvedilmiş oldu.
Sultan Vahdeddin'in gidişi
Son Padişah Sultan Vahdeddin, ortaya çıkan yeni durumu kendisi ve aile efradı için güvenli bulmadığı için—denize düşen yılana sarılır misâli—İngilizler'den yardım istemek durumunda kaldı.
Bu, aslında beklenen bir gelişmeydi. Zira, İngiliz işgal güçleriyle, şöyle veya böyle anlaşan, uzlaşan her kim olursa olsun, bir şekilde terk–i diyâr etmek mecburiyetindeydi.
Ankara'da teşkil olunan yeni yönetim, bu dönemde Anadolu'daki istilâcı Yunan kuvvetleriyle birlikte, İstanbul'daki işgal kuvvetleriyle de tam bir zıtlaşma ve çatışma halindeydi. Herhangi bir sebeple düşmana yakın görünenler, mutlak sûrette kendini Ankara siyasetinden uzak tutması gerekiyordu.
Sultan Vahdeddin, netice itibariyle 16 Kasım günü İstanbul'daki işgal kuvvetleri başkomutanlığına müracaat etti ve İngiltere hükûmetinden sığınma talebinde bulundu.
Bu talep üzerine, Malaya isimli harp gemisiyle İngiliz idaresindeki Malta Adasına götürüldü.
Hicaz Krallığının dâveti üzerine bir müddet için Hicaz'a giden Sultan Vahdeddin, bilâhare İtalya'nın tatil beldesi San Remo'ya giderek, âhir ömrüne kadar burada kaldı.
15 Mayıs 1926'da vefat eden ve borçları yüzünden cenazesi haczedilen Sultan Vahdeddin, kızlarının mücevherlerini satarak haczi kaldırması üzerine, naaşı Şam'a getildi.
Cenazenin Şam'a getirtilmesinde, o zamanki Suriye hükümetinin de ciddî gayretleri oldu.
Zira, Suriye'nin o sıradaki Cumhurbaşkanı Ahmed Nami, Osmanlı Hanedanının dâmadıydı.
Sultan Vahdeddin'in naaşı, Ahmed Nami Beyin de katılmış olduğu resmî bir törenle Şam'da Sultan Selim Camii haziresine defnedildi.
Mezar, halen aynı yerde ziyarete açık halde tutuluyor.
* * *
O zamanki Türkiye hükûmetinin bütün bu gelişmelere tamamıyla lâkayt kalması ve hiçbir şekilde ilgi göstermemesi, bir büyük ayıp ve utanç sayfası olarak tarihin kayıtlarına geçti.
* * *
Sultan Vahdeddin'nin 16/17 Kasım gecesi altı asırlık ecdat topraklarını terk etmesi hayli acıklı olmakla beraber, o günler itibariyle çok da yadırganacak bir durum değildi.
Kaldı ki, Sultan Vahdeddin, yurt dışına çıkmayı—gördüğü lüzum üzerine—kendi arzusuyla tercih etmişti.
Asıl büyük keder ve ıztırab, bu tarihten yaklaşık bir buçuk yıl sonra yaşandı: 3 Mart 1924'te Halifelik makamının lağvedilmesiyle eş zamanlı olarak, jakobenlerin yönetimindeki yeni Meclis tarafından, Osmanlı Hanedanına mensup bütün fertlerin Türkiye sınırları dışına çıkarılmasına karar verildi.
Altı yüz küsûr sene önce gelerek bu toprakları vatan edinmiş, her karışını şehit kanlarıyla sulayarak fetihler yapmış olan Osmanlı, bu tarihlerde yabancılar tarafından değil, bizzat kendi soydaşları, hatta güyâ dindaşları tarafından hudut harici ediliyorlardı.
Bir tek fert dahi istisna bırakılmaksızın yurt dışına çıkartılan Osmanlı hanedanı mensupları, adeta sefalete sürüklenmiş oldular. Zira, değişik ülkelere gittikten sonra, oralarda yokluk ve perişaniyet içinde varlıklarını idame ettirerek çok hazin bir hayatı yaşamaya âdeta mahkûm edildiler.
Kısmî rahatmala, 1950'lerde beşladı.