Sömürgeci milletlerin başında İngilizler gelir. Onu Fransız, İtalyan ve Ruslar takip eder. Aynı zulmün günahkârları arasında büyüklü-küçüklü başka Avrupa ülkeleri de var.
İkinci Dünya Savaşından sonra, sömürgecilik ibresi yön değiştirmeye başladı. Sömürge ülkeler yarı bağımsız bir hale geldi. Şöyle ki: Kâğıt üzerinde ve resmî kayıtlarda sömürgeciliğe son verildi. Lâkin, siyasî ve bilhassa iktisadî müdahaleler büyük ölçüde değişmeden devam etti. Sömürgeci hükûmetler, o ülkeleri yönetecek siyasîleri kendileri belirlemeye yer yer bugün devam ediyorlar. Siyasî irade ellerinden çıkacak gibi olunca, hemen orada bir karışıklık çıkarmaya, hatta darbe yaptırmaya hazır vaziyette bekliyorlar.
*
Bütün bu anlattıklarımızı, iki sene evvelki Orta Afrika seyahatimizde bariz şekilde gördük. Orada gördüğümüz en berbat, en zulümlü, en vahşiyane durum ise, eski sömürge coğrafyalardaki yeraltı ve yerüstü kaynaklarının bugün de istedikleri gibi kullanmaya devam ediyor olmalarıdır.
Düşünün ki, koca Afrika coğrafyasındaki fakir toplulukların millî servetini sömürmeye devam eden bazı Avrupa ülkelerinde fert başına düşen millî gelir 50 bin Euro civarında iken, servetleri talan edilen o fakir insanların fert başına yıllık geliri bin Euro’yu dahi bulamıyor.
Acaba, bu katmerli bir zulüm ve haksızlık değil mi? İnsanî eşitlik ve adâlet lâftan ibaret kalmış olmuyor mu? Aradaki uçurumu görüp insanilikten, medenilikten söz etmek hiç mümkün mü?
*
Bilvesile ifade edelim ki, yüzyıllardır sürüp gelen bu sömürü çarkı, bundan böyle aynı şekilde devam edip gitmeyeceğine inanıyoruz. Çünkü, kölelik ve esirlik devri parçalanıp sona erdiği gibi, esirliğin bir başka versiyorunu olan sâbit ecirlik-ücretçilik devri de artık miadını doldurmaya başladı, gidiyor. Onun yerine “serbestiyet ve malikiyet” devri geliyor. Bunun müjdesini de, tâ bir asır öncesinden Bediüzzaman Said Nursî Lemeat ve Mektubat isimli eserlerinde bildiriyor.
Avrupa’nın, Afrika’nın ve genel olarak dünyanın gidişatına baktığımızda, insanlık camiasında bir uyanıştan, bir şuurlanmaktan söz etmek mümkün. Nitekim, Afrika’nın bazı cesur idarecileri, eski-yeni sömürgeci Fransız ve İngiliz güçlerinin ülkelerinden çekip gitmesini açık açık dillendirmeye başladılar. Hatta bazı cesur siyasetçilerin onlara yüksek sesle rest çektiklerini de görüyoruz.
Öte yandan, Büyük Britanya’nın kolonileri olan Kanada, Yeni Zelanda ve Avustralya gibi gelişmiş ülkelerin, yavaş yavaş tam bağımsızlığa adım attıkları artık bir sır değil. Bu ülkelerde, ara ara bağımsızlık yönünde referandumlar yapılıyor. Eskiden yüzde 10’lar civarında olan bağımsızlık taraftarlarının oranı, şimdilerde yüzde 40’ların üzerine çıkmış görünüyor.
Bütün bunlar gösteriyor ki, sömürge heveslisi krallıklar ve emperyal yönetimlerin sonu yaklaşıyor. Bunların yerine cumhuriyetler, hür, mustakil ve demokratik yönetimler geliyor.
*
Konuyu toparlayıp sonuca bağlarken, gayet orijinal bir yaklaşımla, bundan tâ yüz sene kadar evvel Avrupa’nın iki kısma ayrılması gerektiğini ifade eden Said Nursî’nin konuyla ilgili tesbitine bakalım. Mesnevî-i Nuriye isimli eserin NOTALAR bölümünde şunu ifade ediyor Üstad Bediüzzaman:
“Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum:
“Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi, sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, ‘Beşerin saadeti bu ikisiyledir.’ Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek!”