İstiklâl Madalyası sahibi olan Adnan Menderes, 1930’dan itibaren aktif siyasetin içine girdi. Aynı sene içinde açılıp kısa süre sonra kapatılan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın (SCF) Aydın İl Başkanı oldu. Bu muvazaa partisi feshedildikten sonra, tek parti olan CHP’ye geçti ve 1931 genel seçimlerinde Aydın milletvekili olarak parlamentoya girdi. 1935, 1939 ve 1943 seçimlerinde de yine kendi seçim bölgesinden milletvekili olmayı başardı. 1945’te kararlılıkla imzalamış olduğu “Dörtlü Takrir”den dolayı CHP’den ihraç edildi. 1946’nın başlarında DP’nin kurucuları arasında yer aldı.
Bütün bu safhalarda, Adnan Menderes ile Bediüzzaman Said Nursî arasında bir irtibat, münasebet, diyalog durumu hasıl olduğuna dair herhangi bir delile rastlamış değiliz.
1950’deki genel seçimlerden sonra, Celal Bayar’ın yerine Demokrat Parti’nin başına geçerek Başbakanlık makamına geçmesi anından itibaren, Üstad Bediüzzaman ile Menderes arasında yazılı-sözlü bir irtibatın kurulmasından söz etmek mümkün. Zira, Bediüzzaman Hazretleri, DP’nin ilk büyük icraati olan “Ezan-ı Muhammedi”nin (asm) serbestiyeti ile çok yakından alâkadar oluyordu. Nitekim, bu mesele ile doğrudan ilgili olup Meclis’te Ezanın serbest olmasına dair kanun taslağı işinin takibi ile kemâl-i ciddiyetle meşgul olanların çoğu (Kayseri mubusu İsmail Berkok, Adana mebusu Arif Nihat Asya, Afyon mebusu Gazi Yiğitbaşı vd.: Toplam 12 kişi) Üstad Bediüzzaman ile de dost idiler.
Bu safhadan itibaren, Bediüzzaman Hazretleri ile Başbakan Menderes arasında gözle görülür şekilde haberleşme ve mektuplaşma tarzında bir irtibat kurulmuş oldu. İşte, o mektuplardan biri üzerinde 20 Haziran 1951 tarihinin yazıldığını görüyoruz. Şimdi, bu mektup hadisesinin detaylarına bakalım.
*
O tarihte Emirdağ’da ikamet etmekte olan Bediüzzaman Said Nursî, üzerindeki ibareye göre 20 Haziran 1951’de Başbakan Adnan Menderes’e hitaben bir mektup yazdı. Mektupta, bir sene evvel hürriyetine kavuşan Ezân-ı Muhammedî’nin yanı sıra, ayrıca “Ayasofya’nın vaziyet-i kudsiyesine çevirilmesi” ile “Risâle-i Nur’un resmen serbestî”ne dair hususlar hatırlatılıyor.
Mektubun “Haşiye”sinde ise, yeni zuhûr eden “Ticaniler meselesi”ndeki kumpasa da önemle dikkat çekilerek, bu “tertip”ten doğacak günahın “Dindar Demokratlar”a yüklenilmemesi gerektiğini ifade ediyor.
Ardı-arkası karanlıkta kalan Ticaniler, ilk olarak 25 Şubat 1951’de Kırşehir’de heykel kırmakla ortaya çıktılar. Bilâhare, Ankara Ulus Meydanı’ndaki “Atatürk Heykeli”ni balyozla kırarak şöhretlerini her tarafa duyurmayı başardılar.
“Demokratları ezmek için” Kemalistler tarafından kullanıldıkları hakikat nazarında kesinlik kazanan Ticanilerin bu menfi hareketi, sonunda 25 Temmuz 1951’de çıkarılan “Atatürk hakkında işlenen suçlar”a dair 5816 sayılı meşhûr “Koruma Kànunu” ile meyvesini vermiş oldu. Esasen, tâ başından beri planlanan ve istenen netice de bu idi.
Dünyada benzeri bulunmayan bu ucûbe kànun, 1951-60 arasında sadece “heykel kırma suçu”na karşı işletilirken, 1960 Darbesinden sonra bambaşka bir vaziyete sokularak, iş Mustafa Kemal hakkında ufacık bir eleştiride bulunan kimselerin canını yakmaya kadar tırmandırıldı.
Şimdi de, Üstad Bediüzzaman’ın Menderes’e hitaben neşretmiş olduğu mektubun muhtevasına bakalım.
Üstad Bediüzzaman’ın söz konusu 20 Haziran 1951 tarihli mektubu, talebelerinin şu takdim yazısıyla başlıyor: “Risâle-i Nur’un vatana, millete ve İslâmiyete büyük hizmetini kabul ve takdir eden Başvekil Adnan Menderes’e Üstadın yazdığı bir mektup.”
“Bismihi Subhânehû” ile söze başlayan Bediüzzaman Hazretlerinin mektuba giriş cümleleri şöyledir: “Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile sohbet etmek isterdim. Hâl ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için, o sûrî konuşmak yerine bu mektup benim bedelime konuşsun diye yazdım. Gayet kısa birkaç esâsı, İslâmiyetin bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyân ediyorum...”
Bu uzun ve “Hâşiye”li mektubun “esâslar” kısmını ana başlıklar halinde şöylece hülâsa etmek mümkün:
1. İslâmiyetin kànun-u esâsîsinden olan “Velâtezîrû vizrâ uhrâ.../ Birinin cinayetiyle başkaları, akrabâ ve dostları mes’ul olamaz...” (En’âm: 164) ayeti hatırlatılarak, muhalefet veya başka partiden olanlara “toptan cezalandırma” cihetine gidilmemeli; aksi halde, bunun zulüm olacağı beyan ediliyor.
2. İslâmiyetin ikinci bir kànun-u esâsîsi olara şu hadîs-i şerif hatırlatılıyor: Memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil. (Keşfü’l-Hafa,1: 462)
3. İslâmiyetin milliyet-i kudsiyesini bırakıp ırkçılık mânasındaki Türkçülüğe meyletmeyin, buna meydan vermeyin. Bir cümlede aynen şu mânayı görmekteyiz: “O zevkli (ırkî) kardeşliğin içinde, o zevkli fâideden bin defa daha ziyâde hakîki kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acîb tehlikeyi, o (milliyetçilik) sarhoşluğu ile hissedemiyor.”
4. İslâmiyetin hayat-ı içtimâiyeye dâir bir kanun-u esâsîsi dahi bu Hadîs-i Şerifin, hakîkatidir: Hariçteki düşmanların tecâvüzlerine karşı, dahildeki adâveti unutmak ve tam tesânüd etmektir. (Buhârî, Salat: 88)
*
Mektubun sonunda yer alan “Haşiye”yi de iktibas ederek nihayet verelim.
HÂŞİYE: Eskilerin lüzûmsuz keyfì kânunları ve sû-i istimâlleri neticesinde, belki de tahrikleriyle zuhûr eden Ticânî meselesini dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i Islâmın nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum: Ezan-ı Muhammedînin (asm) neşriyle, Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofya’yı beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek; ve hâlen İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran Risâle-i Nur’un resmen serbestîsini dindar Demokratlar îlân etmeli ve bu yaraya bir nevî merhem vurmalıdırlar. O vakit, âlem-i Islamın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimâne kabahatleri onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar, husûsan Adnan Menderes gibi zâtların hatırı için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir-iki saat baktım ve bunu yazdım.”
Said Nursî