Bazı kimselerin zayıf damarı, paraya, servete, maddiyata düşkünlük şeklindedir.
Böyleleri doymak nedir bilmezler. Maddî yönden ne kadar zengin olursa olsunlar, gözü daha fazla kazanmakta olur. Nasıl servetime servet katabilirim diye hesap-kitapla meşgul olurlar. Daima aç gözlüdürler. Gözlerini ancak toprak doyurur.
Minnetsiz ve fakat huzurlu bir hayat yaşamak isteyen, öncelikle merde-namerde muhtaç olmayacak bir çalışma düzenini kurmaya çalışır; ardından, iktisatlı bir hayata kanaat getirerek Allah’a tevekkül eder. Bu sûretle de maişet derdinden kurtulmaya çalışır.
*
Bugünlerde telif ettiği Nurânî eserleri daha ziyade okumaya gayret ettiğimiz Bediüzzaman Hazretleri, “minnetsiz hayat”a tâlim eden ender şahsiyetlerden biridir.
Bir lâhika mektubunda, kendisi ve babası fakir olduğu halde, başkasından hediye, ze-kât ve sadaka almadığının ve “alamadığının” hikmetini anlatırken, kendisinin “aç kalmaya razı; fakat, elini insanlara açmaya razı olamadığı”nı beyan ediyor. Bu hâlin hikmeti olarak da “Risale-i Nur’un hakiki kuvveti olan ihlâsın kırılmaması” gerektiği noktasına tahşidat yapıyor. (Emirdağ Lâhikası-II)
*
Mektubat isimli eserin “İkinci Mektup” kısmında, bir talebesinin kendisine hediye göndermesi münasebetiyle bu mesele hakkındaki “hayat düsturu”nu maddeler halinde sıralayan Üstad Bediüzzaman, bilhassa dinî ilim ve iman hizmetinde bulunanların dikkat etmesi gereken hususları tesirli bir sûrette ders veriyor.
İşte, bu zamanda hepimizin dikkat etmesi gereken hususların kısacak bir hülâsası:
Meselenin izahına başlarken, “Eski Said”den kalma takdire şâyân bir hasletten şöyle bahsediyor: “Eski Said minnet almazdı. Minnet altına girmektense ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşakkat çektiği halde kaidesini bozmadı.”
Eski Said’den kalma bu güzel hasletin Yeni Said’in hayatında da devam ettiğini hatırlatan Üstad Bediüzzaman, bu hâlin altı ciddi sebebi olduğunu aşağıdaki sıralama ile nazara veriyor.
Birincisi:
Dalâlet cereyanları, dine hizmet edenleri maddî menfaat düşkünü olarak göstermeye çalışıyor. Hatta, “Dinî ve ilmî hizmeti geçim vasıtası olarak kullanıyorlar” diye itham ediyorlar. İşte, o insafsızları fiilen tekzip etmek lâzım geliyor.
İkincisi:
Hak ve hakikatin neşrine çalışanlar, peygamberlerin “istiğna düsturu”na riayet etmeleri gerekiyor. Kur’ân-ı Hakîm, neşr-i hak hizmetinde bulunanlara insaların minneti altına girmemeleri noktasında muh-telif âyetlerle tahşidat yapıyor.
Üçüncüsü:
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, gaflet perdesi pek kalınlaşmış durumda. Alış-verişlerin içine yüksek seviyede minnet hissi karışmış. Oysa Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır.” Halbuki, bu zamanda ekseriyetle ya veren gafildir; ya alan gafildir.
Dördüncüsü:
“Rezzak-ı Zülcelâl, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş.” İşte, O’nun keremine dayanarak, bundan sonraki ömrümü de o kaide ile geçirmek istiyorum.
Beşincisi:
“Ben herkesi her vakit kabul edemiyorum. Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları ka-bul etmek lâzım geliyor. O da hoşuma gitmiyor.”
Altıncısı:
Şu zamanın insanları, küçük bir hediyeyi dahi pek pahalı satıyorlar. Hediye verip yardım ederek seni minnet altına sokmaya çalışıyorlar. Bir de ahirete ait hizmetlerde sadaka ve hediye almak, ahiretin bâkî meyvelerini dünyada fânî bir surette yemek demek olduğundan, bundan da şiddetle istiğna etmek lâzım geliyor.
İşte, Bediüzzaman Hazretleri, bu ve benzeri sebeplerle insanlardan maddî yardım, hediye, sadaka ve zekât almama şeklindeki “minnetsiz hayat” prensibini, vicdan huzuruyla hayatının sonuna kadar devam ettirmeye muvaffak olmuş örnek bir şahsiyettir.