Birileri hakkında “Allah evlerine ateşler salsın!” demek, doğrudan doğruya o kimselere lânet yağdırmak ve beddua okumaktır.
Siz bu mahiyetteki bir ifadeye ne derseniz deyin, bunu başkaca hangi tâbirin kılıfına sokmaya çalışırsanız çalışın, bu yaptığınız tekellüflü te’vilden, zorlamalı yorumdan öteye gitmez, gidemez.
Zira, bu sözün açık, zahir ve sarih mânâsında “ateş” ile belâ okumak vardır.
Evet, bir haneye “Ateş düşsün!” demek, “O ev, içindekilerle beraber yansın!” şeklinde beddua etmek, belâ okumak anlamına geliyor. Gerisi fuzûlî tevilâttır, teferruattır; yapılan hataya kılıf uydurmaktan ibarettir.
Bir kimsenin hem kendini, hem muarızını “lanetleşme”ye dahil etmesi, ağızdan çıkanı yine de “beddua cümlesi” olmaktan çıkarmaz, çıkaramaz.
Ayrıca, şunu da herkes biliyor ki: Ateş, yangın, bir musibettir. Bir eve ateş düştüğünde ise, kimin yanacağını, bu musibetten kimin zarar göreceğini önceden bilemez, kestiremezsiniz.
Bir hanedeki yangın musibetinden, o hanede yaşayan herkesin, betahsiz masumların zarar göreceği kuvvetle muhtemeldir. Zira, vakidir ve mücerrebtir.
Kaldı ki, söz konusu “beddua cümlesi”nden önceki ifadelerde zaten tarif var, tahsis var. Bunu anlamamak için, herhalde zekâdan özürlü olmak gerekir.
İşte, sonuna belâ cümlesi eklenen o ifadeler: “Hırsızı görmeden hırsızı yakalayanın üzerine gidenler, cinayeti görmeyip de masum insanlara cürüm atmak sûretiyle onları karalamaya çalışanlar... Allah onların evlerine ateşler salsın!”
Gariptir ki, bu sözlere âmin diyen cenahın gazete ve tv’leri, aynı günlerde şüpheli resimlerin altına büyük puntolarla “Rüşvetin belgesi... Hırsızlığın fotoromanı...” türü başlıklar atarak polisi kendi tarafı, hırsızı ise hükümet tarafı şeklinde lanse etti... Lütfen, hiç eğip bükmeden doğruları konuşalım. Mahkemeden önce, açık açık “İşte rüşvetin belgesi. İşte hırsızlığın resmi...” şeklinde ifadeler kullanıldı.
Hırsızlık, rüşvet, yolsuzluk, vesaire... Bunlar, var veya yok. Olup olmadığına ancak mahkeme karar verir; başkası değil.
Mahkemeden önce “Bunlar kesinlik vardır, olmuştur” hükmüne varanlar, haliyle lânet de okur, beddua da eder. Her ne ise...
“Sadeleştirme” için de bir “Mülâane” yapabilir misiniz?
Konuya dair her türlü yoruma, izaha rağmen, bazı kardeşlerimiz, yapılan şeyin, sarf edilen sözlerin, yine de “beddua” değil, “mülâane” olduğu fikrinde ısrar edip duruyorlar.
Eh, madem öyle, o halde biz de onlara şöyle bir teklifte bulunmak istiyoruz.
Aziz ve muhterem kardeşler.
Son iki-üç senedir ki, Risâle-i Nurları—kendi tâbirinizle—sadeleştirmeye çalışıyorsunuz... Bize göre ise, bu yaptığınız düpedüz tahrifatlı bir tahribat olup Risâleleri sahteleştiriyorsunuz.
Hatta diyebiliriz ki, bütün Nur grupları, bu yaptığınızdan şiddetle rahatsız ve muzdariptir. Hepsi de şikâyetçi ve gayr-ı memnun olup defaatle sizi ikaz ettiler, ihtarnâme çektiler... Siz ise, bunların hiç birini tanımadınız, takmadınız, kàale bile almadınız...
Netice itibariyle, sizin de dahil olduğunu taraflar arasında ciddî mânâda bir niza, bir ayrılık var. Dahası, bu cihetteki gerginlik ve sıkıntı da günden güne artarak devam ediyor... Takdir edersiniz ki, buna da bir çözüm, bir hal çaresi gerekiyor.
Allah şahittir ki, biz elimizden geleni yaptık, yapıyoruz... Acaba, bu nizaı ortadan kaldırmak için, sizin de bir şeyler yapmanız gerekmez mi?
Şayet, hatırınıza bir şey gelmiyor ve bu yapılanlardan da bir nedâmet hissi duymuyorsanız, yani yaptığınızın doğruluğundan eminseniz—ki, biz de itirazımızdan eminiz—o halde, bu sadeleştirme meselesi için de herhagi bir “mülâane”de bulunmayı düşünüyor veya bu mânâda bir şey yapmayı göze alabiliyor musunuz?
Hiç sanmıyoruz, ama yine de burada bir hatırlatma yapalım dedik.
Tahrifat, öyle azim bir cinayettir ki...
Şimdi, bu noktada durup bize şu mânâda sitemde bulunan kardeşlerimizin sesini duyar gibiyiz: “Ya, bırak kardeşim şimdi bu meseleleri. Ortalık yıkılıyor, kıyametler kopuyor, sen tutturmuş yine “sadeleştirme” meselesini getirip önümüze koymaya çalışıyorsun...”
Bakınız ve lütfen dikkatle dinleyiniz, ey aziz ve mübarek kardeşler!
Bu yapılan tahribatlı tahrifat, öyle azim bir cinayettir ki, içinde küre-i arzı titretecek, arş-ı âlâyı hiddete getirecek bir tehlikeyi barındırıyor.
Eğer bu cinayete son vermez de, aynı minval üzere gitmeye inadına devam ederseniz, şimdiye kadar çektiğiniz sıkıntılar, yediğiniz tokatlar, devede kulak mesabesinde kalır.
Unutmayın ki, beterin beteri var.
Unutmayın ki, Hazret-i Bediüzzaman’ın mânevî tasarrufu devam ediyor.
Unutmayın ki, Nur dâvâsı İlâhî inayet ve koruma altındadır.
Unutmayın ki, Kur’ân’ın takdirinde ve tahsininde olan Risâle-i Nur’un orijinal lisanı, şimdi dünyanın her tarafına da yayılmış bulunan bütün bu vatan ahalisinin ortak paydası ve ortak lisanıdır. Dolayısıyla, bu birliği bozmak da, dehşetli bir cinayettir.
Unutmayın ki, Türkçesiyle de bütün lisanların fevkine çıkıp taht kuracak ve hepsinin üzerine bağdaş kurup oturacak bir kuvvet ve kudsiyette olan Risâle-i Nur, bir vâd-i İlâhî olarak, beşeriyetin imdadına gönderilen nuranî zincirin son halkasını teşkil ediyor. Dolayısıyla, lisânen de olsa bu halkaya ilişmek, o zincire de ihanet etmek mânâ ve mahiyetini taşıyor.
Böylesi bir ihanetin cezası ise, pek büyük olup, bunun kimden, nereden, nasıl ve ne zaman geleceğini asla kestiremezsiniz.
Biz hangi taraftayız?
Bir üzüntümüz var, aziz dostlar. Bunu da kısaca sizinle paylaşalım istiyoruz: Bazı kimseler, yazıp söylediklerimizi dikkatle dinleyip meramımızı anlamaya çalışmaktan ziyade, bizim kavgalı kardeşlerden illa da hangisine taraf olduğumuza bakıp, bunu öğrenmeye çalışıyor. Öyle ki, birinin yanlışını tenkit ettiğimizde bile, bizi otomatikman diğerinin tarafı gibi görmeye başlıyor.
Maatteessüf, çok yanlış bir bakış açısı...
Bu hususla ilgili olarak, bilmecburiye aşağıdaki açıklamayı yapma gereğini duymaktayız: Evet, bütün dünya âlem bilsin ve şahit olsun ki, biz, orta yerde faydasız bir kavgaya tutuşan taraflardan herhangi birinin safında olmadığımız gibi, bir diğer tarafın da karşısında değiliz.
Biz, hakkın tarafında olarak, ikisi de haksız yere kavgaya tutuşan din kardeşlerimiz arasında da, mümkün olduğunca yatıştırıcı, teskin edici mahiyette rol almaya gayret ediyoruz. Hatalarından dolayı, onlara dost ve kardeşçe ikaz ediyor ve bazı tavsiyelerde bulunmaya var gücüyle çabalıyoruz. Bizim vazifemiz bu... Dinleyip dinlememeleri, söyediklerimizi dikkate alıp almamaları, kendilerinin bileceği iş. Bu, doğrudan onları alâkadar eder.
Bu vesileyle şunu da ilave edelim ki, iktidar tarafının ve bilhassa Başbakan Erdoğan’ın da—belki bilmeyerek—yaptığı ciddi hatalar var. Ona da, dostça bazı ikazlarda bulunmaktan asla çekinmeyiz.
Bir sonraki yazıda yapacağımız dostâne ikazların ve yapıcı tenkitlerin, kendisine en yakın mesafede görünen siyaset arkadaşlarının söylediklerinden daha doğru, daha isabetli ve eğer dikkate alırsa çok daha faydalı olacağını düşünüyoruz. Bunu sizler de inşaallah görecek ve bize bu konuda hak vereceksiniz.