Bediüzzaman M. Kemal’in ısrarlı davetleriyle gittiği Birinci Mecliste üyelere dağıttığı tarihî beyannamede, TBMM milletin dinî ihtiyaçlarını tatmin etmezse başka arayışların başlayacağı, bunun da otorite bölünmesi ile parçalanmaya yol açabileceği ikazında bulunmuştu.
Bu uyarılar etkili oldu ve birçok meb’usta mâkes buldu; ama Birinci Meclis dağıtıldıktan sonra maalesef boşlukta kaldı.
Cumhuriyet adı altında kurulan tek parti ve tek adam istibdadında ise, toplumun dinî ihtiyaçlarını karşılamak şöyle dursun, dini tamamen dışlamayı, hattâ tahrip etmeyi hedefleyen uygulamalara başlandı. Yanlış ve çarpık bir laiklik anlayışına dayandırılan bu uygulamalar, laik-antilaik ve Alevî-Sünnî gerilimi gibi potansiyel çatışma alanları için çok elverişli bir zemin oluşturdu.
Aynı derecede vahamet arz eden bir başka yanlış, dinin yerine milliyeti ikame etme gayretleriyle yapıldı. Ve bir dönem kafatası ırkçılığına kadar vardırılan katı, koyu ve şoven bir laikçi milliyetçilik anlayışıyla, seneler sonra çok daha tehlikeli boyutlar kazanacak olan etnik gerilim ve çatışmaların ortamı hazırlanmış oldu.
Türk-Kürt ayrımı bu ortamın en fazla öne çıkan temasıydı, ama bunun yanı sıra toplumun büyük kısmını tehdit unsuru sayan anlayış, ülkeyi Bediüzzaman’ın tabiriyle “kabil-i iltiyam olmayacak bir inşikak,” yani önü alınamayacak vahim bir parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya getirdi.
Dini karşısına alan laikçi milliyetçiliğin çok tehlikeli sonuçlarından biri de, anarşi ve teröre zemin hazırlaması oldu. Terör kâh Türk-Kürt ayrımcılığını, kâh Alevî-Sünnî çatışmasını, kâh laik-antilaik gerilimini, kâh zengin-fakir uçurumunu kullanarak, perde gerisindeki uluslararası bağlantılı karanlık ve derin odaklar tarafından ortaya sürüldü. Ülkeyi karıştırmak için.
Ama ilginçtir; çatışma sebebi olabilecek ne kadar farklılık varsa tümünün sonuna kadar “kaşınmasına” rağmen, provokasyonlar ancak bir yere kadar gidebildi. Ve toplum, profesyonelce tezgâhlanmış son derece tehlikeli fitneleri dahi etkisizleştirip mevziî ve münferit olaylara dönüştürürken, nisbeten başarılı olmuş provokasyonlarla açılan yaraları tedaviye çalıştı.
Ve bunda, maruz kaldığı çok yoğun baskılara ve önüne çıkarılan zorlu engellere rağmen sağlam bir zeminde “doğru İslâm” yorumu ve müsbet hareket metoduyla ortak değerlere vurgu yapmaya ısrarla devam eden Bediüzzaman’ın çok büyük payı ve katkısı vardı.