Ekonomik ve siyasî tartışmalar çoğu zaman ‘esas mesele’nin unutulmasına ya da perdelenmesine sebep oluyor. Türkiye olarak “daha zengin olacağız” derken, “insanî ve İslâmî değerler”imizi kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kaldık.
Türkiye Genel Sosyal Saha Araştırması (TGSS) sonuçlarının ortaya koyduğu tabloya bakınca manevî kaybımızın büyük olduğu anlaşılır. TGSS araştırması çok yönlü olarak değerlendirmeyi hak ediyor. Muhtemelen Türkiye’yi idare edenler ve sivil toplum kuruluşlarının da bu değerlendirmeyi yapacaklardır.
TGSS şöyle anlatılmış: Türkiye Genel Sosyal Saha Araştırması (Turkish General Social Survey - TGSS), ülkenin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yapısını anlamaya yönelik olarak tasarlanmış öncü bir çalışmadır. Araştırmanın temel amacı, yüksek kaliteli ve nitelikli verileri akademisyenler, öğrenciler, sivil toplum kuruluşları ve toplumsal konulara ilgi duyan bireylerin erişimine sunmaktır. (...) Eğitim, aile dinamikleri, dinî inançlar, politik tutumlar (...) gibi çeşitli temalar, araştırma kapsamında derinlemesine ele alınmaktadır.” (Türkiye’nin Toplumsal Haritası: TGSS 2024 | ed. Zübeyir Nişancı - M. Tahir Kılavuz, İstanbul 2025)
“Türkiye’nin Toplumsal Haritası: TGSS 2024” çalışmasıyla (özetle) şöyle bir tablo çizilmiş:
“TGSS verileri çerçevesinde, bireylerin ülkedeki ekonominin durumu ve gelecek beklentileri ile ilgili bilgiler de toplanmıştır. Buna göre anketin gerçekleştiği Mayıs-Haziran 2024 itibariyle ekonomiden genel bir rahatsızlık söz konusudur. Son 12 ayda ekonominin kötüye gittiğini düşünenlerin oranı % 83’ü bulurken, iyileşme algısı yalnızca % 7 seviyesinde kalmıştır. Katılımcıların % 61’i, önümüzdeki 12 ayda ekonominin daha da kötüye gideceğini öngörmektedir. Bu karamsar tablo, özellikle enflasyon, gelir eşitsizliği ve ekonomik belirsizliklerin toplum üzerindeki etkilerinden kaynaklanmaktadır. (...) Gençlerin gelecek konusunda daha karamsar olduğu, yaşlıların ise mevcut ekonomik duruma yönelik daha olumsuz bir algıya sahip olduğu görülmektedir. (...)
“Katılımcıların büyük çoğunluğu din ile siyasetin ayrı tutulması gerektiğini (% 82) savunmaktadır. Bunların yanı sıra anayasanın ve medenî hukukun İslâmî referanslarla uyumlu olmasını destekleyen önemli bir kesim (%56) bulunmaktadır. Oransal olarak bu iki grubun kesiştiği göz önüne alındığında toplum içinde azımsanmayacak bir kesimin laiklik ve dinin toplumdaki rolünü birbirine tamamen zıt olgular olarak değerlendirmediği anlaşılmaktadır.
“(...) Siyasî partiler (% 8) ve dinî cemaatler (%12) gibi yapılara olan güven oldukça düşüktür. Benzer şekilde, en çok güven duyulan meslek grupları öğretmenler (%67) ve doktorlar (%66) olarak öne çıkarken, siyasetçiler (%6) toplumda en düşük güvene sahip gruptur. Bu bulgular, güven krizinin özellikle siyasî ve dinî yapılar üzerinde yoğunlaştığını göstermektedir. (...)
“Bulgulara göre, bireylerin % 63’ü insanlara karşı genel bir temkinlilik göstermekte ve dikkatli olunması gerektiğini ifade etmektedir. İnsanlara güvenenlerin oranı ise yalnızca % 18’dir. (...) Bu durum, bireylerin en yakın sosyal çevrelerine bile sınırlı güven duyduğunu göstermektedir.”
Özetlenen bu tablo, milletimizi derinden etkileyen ‘ekonomik kriz’den daha öncelikli olarak bir “güven krizi” yaşandığına işaret ediyor. Hele hele “dinî cemaatler”e olan güvenin kırılması acaba ne zaman ve nasıl tedavi edilecek? Esas krizi görelim ve çare arayalım.