Saate baktığımda gecenin ikisi… Önümde iki tercih; yazmak ya da yazmamak… Ne zaman kalemi elime alsam yazıp yazmamak arasında med-cezir yaşarım…
Çoğu defa lisan, insanın tasavvurundakileri tabir etmekte aciz kaldığı gibi, kalbindeki duyguları ve hissiyatları dile getirmekte de aciz kalıyor. Dünün, yarının ve bugünün zihin yorgunluğu her yanımı sarıyor…
Çocukluğum, gençliğim ellerimden akıp gidiyor. Her bakış ve her kaçış kendini ele veriyor. Ve sesler her yanımı sarıyor. Karşılık vermek istiyorum. Fakat cüz-i irade çıkıyor “Yapan sensin haddini bil” diyor.
Bakıyorum, ellerimde elem verici günahlardan başka bir şey kalmıyor… Sonra kaçışı mümkün olmayan uzun bir tünele giriyorum. Kendimle yüzleşmek için veda eyleyen ben, “Ne böyle, ne de bensiz anlatılmaz yazılanlar” diyerek aynanın karşısında önüme çıkan otuz yaş silueti; “Eğer sonunda ağlayacaksan bu yazılanlara, şimdiden terk et yazılanları, merak saikasıyla okuyacaksan muhatabım olduğunu bilerek oku ve okut kendini” diyerek söze başlıyor.
“Herkesin çekindiği ve korktuğu emaneti omuzlayarak meydan okuyan nas!’
Bana ‘beni anlayamadın’ deme? Lâkin kendini okuttun mu?
Bana ‘seni anlayamadım’ deme? Lâkin beni okudun mu?
Bana ‘beni anlamak istemedin’ deme? O zaman kendini oku ve okut!
Okuyamıyorsan eğer; insan olan bir insana sor! Halbuki ‘Kendini bilen Rabbini bilir.’”
İşte böyle bir hengâmda bu cümleler zihnimin eline geçen dikenli kelimeler gibi başımı döndürmeye, aklımı karıştırmaya, kendimi kâh yerde, kâh gökte, kâh minarenin dibinde, kâh minarenin şerefesinde bulmama sebep olmuştu.
Akıldan kalbe, kalpten akla inip çıkmaktan bizar düşmüştüm. Normale göre normal olan, anormale göre anormaldir. Bunun tersi olarak; anormale göre normal olan, normale göre anormaldir.
“Bana göre” diyeceksin, bir diğeri de “bana göre” diyecek? Peki, kime göre ölçü ne olmalı?
Diye düşünürken karşıma; dünün, yarının ve bugünün insanı olan insan-ı kâmili çıktı: “Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana ‘ene’ namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir ‘enaniyet’ vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ‘ene’ kendisi de gayet muğlâk bir muamma ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse, kendisi açıldığı gibi, kâinat dahi açılır.” (1) dedi.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 606.