Can Atalay yargılaması üzerinden Yargıtay 3. Ceza Dairesi ile Anayasa Mahkemesi arasında yaşanan ve halen de artarak sürmekte olan gerilim konusunda sistem tıkanmış durumda.
Mesele artık yargı kararı ile çözülebilecek bir problem olmaktan çıktı.
Ya bir Anayasa değişikliği yapılacak ve bu iki yargı organından hangisinin son sözü söylemiş sayılacağı bu değişiklikle netleştirilecek.
Ya da yine TBMM’de bir kanun değişikliği yapılacak ve bilhassa Hâkimler ve Savcılar Kurulunun bu tür olaylarda direnç gösteren ve topu Yargıtay’a atan hâkimler hakkında yapabilecekleri netleştirilecek.
Ki bazı hukukçular HSK’nın devreye girmesinin işe yarayabileceğini düşünüyorlar. Bazıları ise bunun da çözüm olmayacağı kanaatinde.
Ancak her halûkârda Meclisin devreye girmesi gerektiği açık.
Bugünkü tablosuyla Meclisin devreye girmesi demek, Anayasa Mahkemesine had bildirmeye çalışması demek. Bunun da ancak Anayasa değişikliği ile olabileceği ve iktidar blokunun bugün için buna gücünün yetmediği açık.
Dolayısıyla ortada bir devlet krizi ya da bir sistem krizi olduğu da açık.
Bu sebeple şimdilik bir kilitlenme var. Ve bu kilitlenme hali Yargıtay 3. Ceza Dairesinin bilerek ve isteyerek elde ettiği bir sonuç.
Asıl amaç ise kanaatimizce “FETÖ yargılamaları” denilen yargılamalarda, AİHM’in Yüksel Yalçınkaya başvurusu hakkındaki kararı ile birlikte ortaya çıkan ve Yargıtay’ın ray ve hatta yön değişikliği yapmasını gerektiren yeni hukuki durumun etkilerinin önüne geçebilmek.
Yani asıl mesele bir fiilî durum oluşturarak AİHM kararlarının uygulanması gerekliliğini tartışmaya açmak ve sınırlandırmak.
Yaninin yanisi, asıl mesele, “FETÖ yargılamaları”nda “cemaat eşittir terör örgütü” hatalı varsayımını aynen devam ettirebilmek.
İşte biz 15-20 Temmuz 2016’dan bu yana ısrarla “bu davalar yanlış gidiyor, Türk yargı sistemi bir gün duvara toslayacak” derken bugün gelinen durumu kastediyorduk.
Zaten Yargıtay 3. C. D.nin ilk kararında da bu mesele dolaylı olarak ifade edilmişti. Şöyle:
“Aksi halde, Türkiye Cumhuriyeti’nin devleti ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne kasteden, pek çok kanlı terör eylemi ile irtibatlandırılan ve haklarında yukarıda sayılan mutlak terör suçlarından soruşturma veya kovuşturma bulunup, henüz yakalanamayan ve kırmızı bültenle aranan Fethullah Gülen, Şerif Ali Tekalan, … Cemil Bayık, Murat Karayılan … gibi şüpheli ya da sanıkların, milletvekili seçilmelerinin, yemin ederek göreve başlamalarının ve TBMM’ye girmelerinin önü açılır ki bu durumun hukuken isabetli olduğunu savunmanın izahı kabil olduğunu söylemek mümkün değildir.”
Yani demiş oluyor ki “Bazı sanıkları biz mâhkum edemeden birileri milletvekili adayı yapıp millete seçtirebilir ve onlar da Meclise gelip vekillik yapmaya kalkabilir. Oysa kimin vekil olabileceğine önce bizim karar vermiş olmamız gerekir. Milletin ne diyeceği sonra gelir!”
Bunun açık ifadesi şu: “Her sanık biz suçsuz demedikçe suçludur.”
Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ise açık: Masumiyet asıldır. Suçluluğu kesinleşmedikçe herkes suçsuzdur. Milletvekili adayı olmak dahil olmak üzere masumiyet varsayımının sağladığı bütün haklardan faydalanır. Seçilirse, suçüstü halleri hariç olmak üzere yargılaması ertelenir.
AKP’nin yirmi ikinci senesinde neredeyse tamamını kendisinin seçtiği ve yetkilerini de kendisinin genişlettiği bir AYM ile kapışmak zorunda kalmasının sebebi AYM ya da Anayasa ve hukuk sistemi değil. Doğrudan doğruya AKP’nin bizzat kendisinin değişip dönüşmüş olması.