|
|
Faruk ÇAKIR |
Çılgın yorumlar |
|
Zaman zaman gerçeklerin tersyüz edildiğine şahit oluyoruz. Yakın tarihte yaşananların millete doğru dürüst öğretilmemesi buna en güzel örnektir. Garip olan, aradan yıllar geçtikten sonra gerçekleri ‘öğretmeyenler’in de bu durumdan şikâyet ediyor uluşudur.
Bazı kişi ve kuruluşlarca ‘toplu alım’lar yoluyla ‘en çok satanlar’ listesine sorulan “Şu Çılgın Türkler”in yazarı Turgut Özakman, bir gazeteye verdiği beyanda ‘suçlu’ların nasıl olup da ‘güçlü’ gösterildiğine örnek olmuş.
Özakman, sözkonusu röportajında şöyle demiş: “Biz 30-35 yıldır gençliğimizi tarihinden koparmak için elimizden geleni yapmışız. Her gittiğim yerde, konuşmamı ağlayarak dinleyen insanları görüyorum. Bu hareket gösteriyor ki çocukların ait oldukları milletle gurur duymaya, tarihinden ders alıp övünmeye ihtiyacı var.” (Cumhuriyet, 17 Ocak 2006)
Sadece gençlerin değil, bir bütün olarak milletimizin tarihinden ve değerlerinden koparılmaya çalışıldığı doğru, ancak bunun kaç yıldan beri yapıldığı tartışılmalı. Sözkonusu tarih 35 yıl ile sınırlanabilir mi? Ayrıca, ‘tarihten koparma’yı kim yapıyor olabilir?
Özakman şunu da söylemiş: “Anadolu’yu İstanbul ya da Ankara’da oturarak görmek mümkün değil. Anadolu’yu dolaşınca başka türlü görüyor insan. Orada başka bir rüzgâr esiyor.” (agg.)
Anadolu’da ‘başka bir rüzgâr’ estiği de doğru, ama bunun Özakman gibi düşünenlerin ‘yelken’ini kabartacağı pek söylenemez... “Aydın”lar İstanbul ve Ankara’da oturularak Anadolu’yu kavramanın mümkün olmadığını şimdi mi anlıyorlar?
*
Pazarlama notu
Ürettiği ürünü satmak, şirketlerin varlık sebebidir. “Gerilla (yöndemiyle) pazarlama” modelinin savunucusu Jay Conrad Levinson, şirketlerin pazarlama konusunda yaptıkları ‘hata’ları şöyle sıralamış:
“Şirketler çabuk sonuçlar elde etmek için bazen çok iyi pazarlama programlarından vazgeçiyorlar. ABD’de geçtiğimiz 10 yıl içinde her yıl ortalama 750 bin yeni şirket açıldı. Bunların yüzde 62’si dört yılın ardından kapandı. Başarısızlığa uğrayan şirketlerin üç ortak özelliği vardı; zayıf finansal planlama, pazarlama ve satış becerileri. Hata yapan şirketlerdeki ortak nokta, bireylerin ne yapması geretiğine kurulların karar vermesi ve değişimin zor geçrekleşmesi.” (Vs —vesaire— dergisi, sayı: 16 Ekim, Kasım Aralık 2005)
Demek ki, zamanın ihtiyaçlarına göre değişip gelişemeyenlerin sonu ‘izmihlal’ oluyor...
*
Annesi çalışan
çocuğun ıztırabı
İstisnalar hariç, çalışan kadınların ‘kaybettiği’nin, ‘kazandığı’ndan daha fazla olduğu hep söylenegeliyor. ‘Feminist’ler bu tesbitlerden rahatsız olsa da vak’alar bunu teyid ediyor.
Üst düzey yönetici olarak çalışan (şirket sahibi) bir anneye sorulan “(Çocuklarınız) Çalışmanızdan şikâyet ediyorlar mı?” sorusunun cevabı şöyle: “Daha çok kızım şikâyet ediyor. ‘anne seyahate gitmesen, gideceksen hemen gelsen’ veya ‘beni de götürsen, para kazanmanın başka bir yolu yok mu?’ gibi sorular soruyor. (...) Aslında işe gitmenin ne demek olduğunu anlıyorlar, ama görüşememenin hasretiyle arada böyle bir haykırış oluyor.” (Vs dergisi, sayı: 16 Ekim, Kasım Aralık 2005)
Akkök Grubu üçüncü nesil yöneticisi Ayça Dinçkök’ün “Hayalleriniz neler?” sorusuna verdiği cevap da aslında bir başka ızdırabı dile getiriyor: “Haftanın daha fazla gününü kendime ayırabilmek isterim!”
Bu isteğin ‘Türkçe’si, “Çalışmak istemiyorum; evde olmak ve çocuklarımı bakmak, eğitmek, büyütmek, onlarla ilgilenmek istiyorum” değil midir?
25.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Sahnede ölmek |
|
“Vücudumda damarlarıma takılmış beş tane stend var. Aldığım ilaçlar tansiyonumu yükseltti’’ diyor.
Kim mi?
Huysuz Virjin adıyla bilinen Seyfi Dursunoğlu.
Kanal D’de yayınlanan “Benimle Dans Eder misin” yarışmasında üstelik canlı yayında aniden fenalaştı ve baygınlık geçirdi.
Diyor ki, “Ama kimse merak etmesin, haftaya yine ekranda olacağım.”
Ve;
“Sahnede ölmek istiyorum.”
Kuşkusuz, “sanatçı” sanata dair bir mesaj veriyor bu sözlerle.
Aslında kimse sahnede ölmek istemez. En gösterişli bir anda, en mahrem görüntüleri milyonlarca seyircinin önünde kim paylaşmak ister?
Ölümle pençeleşen insanın ruh hali, pek “izlenilecek” nitelikte olmasa gerek.
Zeki Müren’i hatırlayın. TRT 1’de ayakta söyleşi yaparken, fenalaştı ve ruhunu teslim etti. Görüntüler korkunçtu. Kimsenin görmek istemediği türdendi.
Ama hastalıklar ölümün keşif kolları. Hiç olmazsa, rahatsız olan bir insan, hayatını düzene sokmalı. Hem maddî, hem de mânevî olarak...
Hayat kısa... Hem, bu yaştan sonra sahneye çıksan kimin umurunda?
Şan da geçici şöhret de... Servetin ise, ölümden sonra “kuruş” faydası yok.
MÜMTAZ SEVİNÇ
Bir ölüm haberi daha geldi ekranlardan.
TV dizilerin tanınmış oyuncusu ve ünlü dublajcı Mümtaz Sevinç evinde bıçaklanarak öldürülmüş.
Öldürülme şekli ve yaşantısı bizi ilgilendirmiyor. Birçok TV dizisinde belirgin rollerde oynadı. “Şehnaz Tango”, “Deli Divane”, “Eltiler”, “Gülün Bittiği Yer”, “Hoşçakal Yarın”, “Hayal Kurma Oyunları”, , “Sır”, “Sihirli Annem” ve “Savunma” gibi film ve oyunların yanı sıra son zamanlarda televizyon dizilerinde rol almıştı...
Bir sanatçı kolay yetişmiyor. Kolay harcanmamalı. Sevinç’i ne zaman özel davetlerde görsem, elinde içki kadehi vardı... Alkol sorunu mu vardı bilmiyorum. Demem o ki, içki bütün kötülüklerin anası.
HABER DEĞERİ
atv’nin anchormanı Ali Kırca’nın Bahçeşehir Üniversitesi öğrencisi oğlu ‘alkollü’ iken kaza yapmış. Otomobiliyle yolun karşısına geçmek isteyen bir kişiye çarpmış.
Kaç gündür bekliyorum. Ali Kırca, oğlunu haber yapacak mı diye?
POP OTURUP, POP KALKMAK
Sahte duygular, birilerinin dayattığı senaryolar... Ekranda camlar arkasında yaşanan “popüler kültür”ün hayatı kolay yoldan yaşanan hayatlar...
90’lı yıllarda iyiden iyiye, bir hayat biçimi haline gelen, umutsuz, yoksul, ezilmiş niteliğini taşıyan ‘arabesk’, doksanlı yıllar...
Popüler kültürü irdeleyen ‘pop oturduk pop kalktık’ izlenebilir nitelikte. (TRT 1)
Yapım ve yönetimini Füsun Çakaloz’un üstlendiği belgesel programı meraklıları izleyibilir.
25.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Müsbeti taçlandırmak |
|
Herşeyin müsbet ve menfisi vardır. İnkâr ve direk küfür dışında, herşeyin esasa vasıta olabileceği meşru-makul-müsbet çizgide kâinatı kuşatacak bir bakışa sahibiz. Derede boğulmanın zamanı geçti. Hakikatin ummanına akacak beşeriyet hafızasını, derelerden denizlere ve okyanuslara doğru zekâ tarlalarının rehberliğinde İslâmiyete yakınlaştırmanın arefesindeyiz.
Beşeriyet neden hep yanlışın peşinde gitsin ki? Neden “savaş çeteleri”nin kamuoyunu yanıltması ile oyalansın ki? Bu nereye kadar gider? İnsaniyetin “Dur” diyecek sesi yükselmeyecek mi? Hak dini arayanlara ve dindeki hakkı göstermemizi isteyenlere karşı sorumluluğumuz yok mu? Neden bu dünya “Herkese terakki dünyası olsun da, bize tedenni dünyası olsun?” Neden kendimize haksızlık etmeyi ve güvensizlik aşılayıp, “Bu milletle olmaz” psikolojisiyle komplekse girip ya tepkili, ya da kabullenici bir ifrat/tefrit ikileminde bölünmüşlük vakaları yaşıyoruz?
Ciddî bir medeniyetin mirasıyız. Kavşak bir noktadayız. İmparatorluğun sonuçlarıyız. Tahsisli, sınırlandırılmış ve kotarılmış fırsatçılığın, mukaddesatla çatışan inançsızlığı ile karşı karşıyayız. Buna mukabil, mevcut sistemlerin de reddedildiği fıtrat buluşmalarının eşiğindeyiz.
Şüphesiz her meselenin görünüşü aynı gibi olsa da, yorumlanışı nazar ve niyete göre değişir. Zaten bizi mesul eden öncelikle niyetlerimizdir. Biz gerçekten iyi şeyler istiyorsak, iyileri nazara verelim. Kimden ve nereden olursa olsun. Biz gerçekten müsbet düşünüyorsak, menfi delilleri ve menfi nazarların gözlemlerini ve icraatlarını müspetin önüne koymalıyız. Endişe bulutları içinde sadece sloganla geçinen sonuç ifadeleri ile konuları meçhulleştirmek, aydın geleneğimizin şüpheci, kuşkucu ve kendinden emin olmayan psikolojisinin yansımasıdır.
Meselâ kuş gribinde, kanatlı kuşlarda bulaşıcı hastalık geçer hükmünün yanına, Kurban Bayramını şüpheye boğma basiretsizliği ile “Kurbanlıklarda da bulaşıcı olmaz mı” genellemesi ile kafa karıştırmak, doğru bir sorgulama ve bilgiye ulaşma metodu değildir. Su-i niyettir.
Hadiselerin kimyasını okumak için, İslâmın genel hükmü ve Risalenin bakış açısı ile çok günlük, şahsî ve lokal baza indirmeden esas zeminin tahkimine yarayacak projeksiyonlar tutmak ve buna bağlı olarak perspektiflerimizi belirlemek daha sağlıklı olacaktır.
Projeksiyonu ve perspektifi olmayan bir yaklaşımın, proje üretme ve uygulama disiplini sistemli olmayacağı gibi, bir başkası için inandırıcı referans değeri de taşımaz. Çünkü kabul edilmiş ortak akıl havzasından ve müzakereye dayalı kurumsal bir yapının fikrî çerçevesi yerine şahsî, indî ve mülâhaza hanesi tasavvurunun ve kuşatılmış duygu ve fıtratının daralmış kabından beslenmektedir. Başkasının istifade edeceği ve akışkanlığı ile helâl olan bir kaynak tanımı yetersiz olmaktadır.
Bu anlamda mânâ esastır, masadak olan akıl, hikmet, mânânın ruhunu zorlaştırıcı ve tevile boğucu berkenar hikmet-i hususiyelerden uzak olmalıdır. Masadak, mânânın neferidir. Belirleyicisi değildir. Masadak, ruh-u aslinin mânâsına uygunsa, kabul edilir. Mânânın kuvveti, fıtratların farklılık içinde masadak olmalarına yer verdiği ve bünyesinde İslâmiyet suyu ile işba ettiği müddetçe, vesile esasa hizmet etmiş olur.
Bizzat hüsn olan yaratılışın yanında, sonuçları itibariyle hüsn olanın farkı, biri bizzat anlaşılır, biri de meyveleri ile değerlendirilir. Peşin hükmün yanılgısı ve su-i fehmin nazarı, hikmet ağacındaki ham meyvelerin acısını tadıp, sonra da “Bunlar acıdır” mugalatasına insanı götürür. Felsefî akımların zahirperest aklı, hassasiyetten beslenmediği için dinden uzakken, dinî hassasiyeti muhakeme ile barıştırmayanlar da muhasebeden uzaklaşmaktadırlar.
Efkâr-ı ammenin, kamuoyunun vicdanî sesi, umumî müsbetin ortaklık ölçüsü ve bloklaşan insanların müsbeti ile her zaman ve zeminde beraber olma şuuru, akl-ı selim ve meşruiyet yolunda bizi muvaffakiyete götürür.
Müsbet olan herşeyi okuyabilmek, hüsn-ü zan etmek, meşru ve makul zemininde yaşatmak, müsbeti taçlandırmaktır. Böylece müsbet hareket, faaliyetlerimizin yörüngesine oturur.
25.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tökezleme işaretleri |
|
Kurulduğu günden bu tarafa bir türlü tam bir gündem hakimiyetini başaramayan AKP iktidarının, dördüncü yılına bir “kuşatılmışlık psikolojisi” ve “Önümüzü kesmek için düğmeye basıldı” kuşkusuyla girdiği mâlûm.
Aslında bu kuşatma yeni değil. 2002-4 Kasım sabahından itibaren gerçekleşen bir vâkıa.
Türkiye’deki darbe ürünü sistem seçilmiş iktidarların önüne zaten bir dizi barikat koyuyor. Bunlara, AKP kurucu kadrolarının eski siyasî çizgilerinden kaynaklanan önyargı ve kuşkular da eklenince, söz konusu kuşatma çok daha sıkı ve bunaltıcı bir şekle büründü.
AKP’nin üç seneyi aşkın iktidarında, büyük ümitlerle kendisine oy vermiş kitlelerin hassas konulardaki talep ve beklentilerine cevap verememesi, bu kuşatmanın bir neticesi.
Başörtüsü, imam hatip, meslek liseleri gibi konulardaki çözümler bu yüzden sürekli belirsiz vadelere ertelenirken, “Zaten söz vermemiştik” söylemleriyle de konu başka yerlere çekiliyor.
Ama bu hususların gündeme getirilmesi ve her defasında barikatlara takılıp geri çekilmesi, tuhaf bir şekilde iktidara “prim” yaptırıyor.
“Çözmek istiyor, ama engelleniyorlar” görüntüsü, mağdur kitlelerin gözünde AKP’yi mazur gösteriyor. Hadiseye böyle bakılınca, AKP’nin gerek çıkış noktasında ve temel zihniyetindeki yanlışlar, gerekse strateji hataları görmezlikten geliniyor ve iş kaynayıp gidiyor.
Ancak son dönemlerdeki gelişmeler farklı.
Hükümet artık kendisi için mayınlı ve yasaklı ilân edilenler dışındaki diğer alanlarda da yoğun bir şekilde eleştirilmeye başlandı.
İşte ard arda gelen örneklerden bazıları:
Kuş gribinde evvelâ zamanında ve yeterli tedbir almamakla suçlanan hükümet, şimdi vahşi katliamlara dönüştürülen toplu itlâflarla işin ölçüsünü iyice kaçırmakla eleştiriliyor.
Köy tavukçuluğu ve kümes hayvancılığı yok edilmek istenirken büyük üreticilerin kayırıldığı; gerek itlâflarda, gerek sağlık hizmetlerinde fukaranın gözardı, ihmal ve mağdur edildiği yönündeki eleştiriler de cabası.
Ukrayna’daki doğalgaz kriziyle gündeme gelen endişelerin, İran doğalgazındaki kısıntı ve bu yüzden bazı sanayi tesislerine verilen gazın kesilmesi ile teyidi, bir başka problem.
Orhan Pamuk dâvâsı ve Ağca’nın erken tahliyesi gibi yargı kaynaklı sıkıntılar, gecikmeli de olsa hükümetin attığı adımlarla atlatıldıysa da, Şemdinli olaylarıyla ilgili olarak açılan ilk dâvânın ilk duruşmasında, tutuklu yargılanan askerî görevlinin tahliyesi, “Olay kapatılmak mı isteniyor?” sualini akla getirdi.
Van Rektörünün aylarca içeride tutulduktan sonra tahliyesi de tutuklama kararının isabetine gölge düşürürken, dâvâ sürecinin fiyasko ile neticeleneceği kuşkularını kuvvetlendirdi.
Van’daki gidişat, sıradaki Samsun ve Malatya rektörleriyle ilgili soruşturmaların seyri hakkında da fikir veriyor. Kurulan Meclis komisyonlarının hazırlık, donanım ve strateji açısından sergilediği boşluk ve zaaflar, zihinlerdeki tereddüt ve istifhamları güçlendiriyor.
OMÜ Komisyonu Başkanının, üniversiteye yapılan garnizon ziyareti için yaptığı değerlendirme de oluşan tabloyu iyice perçinliyor.
Genel havanın hükümetin aleyhine geliştiği bir ortamda Futbol Federasyonu seçiminin, olaya fazlasıyla müdahil olan hükümetin rağmına sonuçlanması ise, hem yeni ve yıpratıcı bir darbe oluşturuyor, hem de TESK başta olmak üzere, yönetiminin yenilenmesi şart olan diğer federasyon seçimlerini riske sokuyor.
Son anketlerle farklı boyutlar kazanan erken seçim tartışmalarına giderek sertleşen öfkeli söylemlerle tepki vermesi, hükümetin soğukkanlılığını kaybettiğini de düşündürüyor.
Böyle olunca, olur olmaz her yerde tekrarlanan “Erken seçim merken seçim yok, böyle biline” nutuklarının ardı arkası gelmezken, konulan her “son nokta”yı bir yenisi izliyor.
Bu hengâmede, çoktandır unutulmuş görünen AB meselesinde Başbakanın AB büyükelçilerini toplayıp “Reformlarda yavaşlama yok” demesi kesinlikle inandırıcı olamıyor.
Gerçek durum, Ali Babacan’ın AB’yi anlattığı 16 dakikalık Meclis konuşmasını 550 vekilden sadece 71’inin dinlemesiyle görülüyor.
İktidarın rehaveti Meclise böyle yansıyor.
25.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Caniler nasıl yola geldi? |
|
“Said’in nüfuzu var. Eserleri hem tesirli, hem kesretlidir. Ona temas eden ona dost olur” diyenlere, nüfûzu bulunduğunu, ancak bunun kendisinin değil, Risale-i Nur’un olduğunu söylüyor, “Ve o kırılmaz; ona iliştikçe kuvvetleşir. Ve millet ve vatan aleyhinde hiçbir vakit istimal edilmemiş ve edilmez ve edilemez. İki adliye, on sene fasıla ile şiddetli ve hiddetli yirmi senelik evrakını tetkikat neticesinde, bir hakiki sebep cezamıza sebep bulmaması, bu davaya cerhedilmez bir şahittir” diyor ve eserlerin tesirli, millet ve vatana tam menfaatli, hiçbir zarar dokundurmadan yüz binlerce adama kuvvetli iman-ı tahkikî dersi vermekle, saadet ve ebedî hayata tam hizmette tesirli olduğunu söylüyor ve sonra da şöyle bir örnek veriyor:
“Denizli Hapishanesinde, kısmen ağır ceza ile mahkûm yüzler adam, yalnız Meyve Risalesiyle, gayet uslu ve mütedeyyin sûretine girmeleri, hatta iki-üç adamı öldürenler, onun dersiyle daha tahta bitini de ödürmekten çekinmeleri ve o hapishane müdürünün ikrarıyla, hapishanenin bir terbiye medresesi hükmünü alması, bu müddeaya reddedilmez bir senettir, bir hüccettir.”1
Hayatta en zor işin insanların huyunu değiştirmek, kötüleri iyi insanlar hâline getirmek olduğu düşünülürse buna bütün toplumların ihtiyacı olduğu kendiliğinden anlaşılır.
İşte Bediüzzaman, elindeki Kur’ân hakikatleriyle bunu başarmıştı. Bunun yüz binlerce, milyonlarca örneğinden biri Denizli hapishanesinde nice katillerin ıslâh-ı hâl edip tahta kurusunu öldürmekten çekinir hâle gelmesiydi. Afyon Hapishanesinde de benzer örneklerine rastlıyoruz.
Bunlardan biri Kasap Tahir’dir. Namus meselesinden dolayı adam öldüren, iri yarı, gözünü budaktan esirgemeyen bu belâlı insanı suçu sebebiyle zincire bağlamışlar. Hapishane avlusuna bile bu zincirleriyle çıkarılıyor. Birgün Bediüzzaman Hazretlerini görür, onun bir Allah dostu olduğunu bildiği için yalvarmaya başlar: “N’olur hocam, kurtarın beni bu halden!”
Bediüzzaman Hazretleri bir-iki dakika onu izler, niyetinde samimi olduğunu anlar ve onu tesellî eder: “Bu sana takılan şeyler idam mahkûmiyetinin zincirleri değil, senin tesbihindir. Onunla namazının tesbihini çek! Söz ver, namazını kılmaya başla. Ben de sana dua edeceğim. İnşaallah kurtulursun” der.
Bir süre sonra temyiz mahkemesi Tahir’in idam kararını bozar ve Tahir zincirlerden kurtulur. Demokratların çıkardığı afla da hapishaneden çıkar.
Kasap Tahir efeliği ve cesareti sebebiyle gerek Afyon’da ve gerekse hapishanede bir kısım düşmanlar kazanmış ve onu öldürmeye karar vermişler. Fakat onlar da Bediüzzaman’ın derslerini dinleyerek bu niyetlerinden vazgeçmişlerdir.
Dipnotlar:
1. Emirdağ Lâhikası, I:18.
25.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
İtlâf, istilâya bir dâvettir |
|
Yapılacak her şeyin, girişilecek her işin bilincinde, şuurunda olmak gerek. Şuursuzca ve dengesizce yapılan işlerin faturası yüksek, bedeli ağır olur.
Karşımıza çıkan aksülameller, aksi tesirler, hep yaptığımız yanlış işlerin, ölçüsüz müdahalelerin fıtrî birer neticesidir.
Tıpkı, çevrenin kirletilmesi ve ekolojik dengeyi bozan davranışların sergilenmesi yüzünden, kuş gribinin, tavuk vebâsının normal hayatı sarsması gibi...
Ne yazık ki, karşılaşılan tehlike bununla da sınırlı değil. Kuş gribinin önüne geçme adı altında yürütülen faaliyetlerdeki dengesizlikler, ölçüsüzlükler sebebiyle, ikinci bir tehlikeye daha ayrıca dâvetiye çıkartılıyor: Meselâ, çekirge ve böcek istilâsı, akrep ve çiyan âfatı gibi sarsıcı, ürkütücü tehlikelere...
Bu tehlikeye dikkat çeken konu uzmanlarından Prof. Dr. Müfit Toparlak, özetle şunları söylüyor: "Tavuk itlâfları, akrep ve çıyanların aşırı üremesine yol açar. Bu genel bir kuraldır: Yılanı yok edersiniz kurbağa çoğalır... Şimdi kanatlı hayvanlar yok ediliyor. Bu durumda onların yediği akrep, çıyan ve değişik canlılar çoğalacak. (Sabah, 24 Ocak)
* * *
Türkiye'de olduğu gibi, dünyanın birçok bölgesinde zaman zaman akrep, yılan, çıyan, fare, çekirge gibi bazı hayvanların aşırı derecede çoğaldıklarına defalarca şahit olunmuştur.
Bu aşırı çoğalmalar sebebiyle, o bölgelerdeki hayatlar adeta felce uğramıştır. İnsanlar, bu muzır çoğalmadan tâciz olmuş; sebzeler, meyveler ve genel tüm bitki hayatı bu istilâdan büyük zarar görmüştür. Zararın telâfisi ise, hem çok masraflı olmuş, hem de uzun zaman almıştır.
İşte, şimdi tavuk itlâfı yapılırken, bu muhtemel gelişmelerin de mutlaka dikkate alınması gerekiyor.
Ama ne yazık ki, şu esnadan sadece telefât meselesi düşünülüyor da, gerisi hemen hiç hesaba katılmıyor. Şüphesiz, bu da son derece düşündürücü ve ürkütücü bir durum teşkil ediyor.
* * *
Muhtemelen sizlerin de dikkatini çekmiştir. Kuş gribinin tesbit edildiğine dair bilgiler alındıkça, sanki alınacak başka hiçbir tedbir yokmuş gibi, habire kanatlı hayvan telefâtına girişildi.
Yapılan itlâfların vahşete dönüşmesi bir yana, ayrıca ardı ardına şu tarz beyanatlar verildi: "Köy tavukçuluğu bitirilecek. Kümes hayvancılığına son verilecek. Milyonlarca kanatlı hayvan telef edilecek... Vesaire."
Köyde yaşayan ve köy tavukçuluğunun ne demek olduğunu bilenlerin mâlûmudur: Köy tavukları, yemek atıklarının yanı sıra, çekirge, solucan, böcek ve benzeri minik hayvancıklarla beslenir. Kümes hayvanları, evlerin ve bahçelerin çevresinde gezinerek, bu tür çevreye zarar verecek mahlûkatın aşırı çoğalmasına mani olur. Onlar bu yedikleriyle sahiplerini hem yumurta ile taltif eder, hem de ekolojik dengenin sağlanmasında önemli rol oynar.
İşte, köy hayatının vazgeçilmez bir parçası olan bu kanatlı hayvanların itlâf edilmesi halinde, hem muzır yaratıkların istilâsı, hem de ekolojik dengenin bozulması kaçınılmaz olur.
Bu hassas noktanın mutlak sûrette dikkate alınması gerekir.
Kuş gribinin önüne geçilmesi için, her türlü sağlık tedbirinin alınmasına evet; ama, ilk tedbir olarak kanatlı hayvanların telef edilmesine hayır.
Zira, bu dehşetli hastalığın asıl sebebi onlar olmadığı gibi, köklerini kuruturcasına yapılan telefât ile de bu tehlikenin üstesinden gelinemez.
Kaldı ki, bir başka tehlikeye dâvetiye çıkarma anlamına gelebilecek bir tedbir, doğru ve sağlıklı bir tedbir değildir.
Son olarak, yöneticilerin, öncelikle ilim adamlarının sözlerine kulak vermeleri ve tavsiyeleri doğrultusunda hareket etmeleri önemle hatırlatılır.
Tavuk eti ve yumurta
Kuş gribi hastalığına dikkati ilk çekenlerden biriyiz. Ayrıca, konu üzerinde hassasiyetle durduk ve duruyoruz.
Bununla beraber, tavuk eti ve yumurta yemeyi hiç terk etmedik. Eskiden nasılsa, şimdi de durum hemen hemen aynıdır: Bunları güvenilir yerden alıyor, yıkıyor, pişiriyor ve ailece yiyoruz. Kimseye birşey olmuş da değil.
Bu konuda mühim olan, uzmanların tavsiyesine uymak, sağlık ve hijyenik kaidelere harfiyyen uymaktır. Temizliğe tam riayet ederek pişirme derecesine lâyıkıyla uyduktan sonra, bu gıdaları tüketmenin herhangi bir sakıncası yoktur.
Diğer bazı konularda olduğu gibi, bu meselede de aşırı hassasiyet göstermeye, dolayısıyla kuruntuya, vesveseye kapılmaya hiç gerek yok. Zira, aşırı titizlik, vesvese ve şüphecilik de ayrı bir hastalıktır, bir ruhî marazdır.
Kuş gribi gibi, bundan da itinayla sakınmak gerekir.
Günün
Tarihi
25 Ocak 1939: Başbakan Celâl Bayar hükûmetten çekildi. Dr. Refik Saydam hükûmeti kurmakla vazifelendirildi.
Bundan iki buçuk ay önceki 10 Kasım günü Atatürk ölmüş ve İsmet Paşa da Fevzi Paşanın sayesinde Cumhurbaşkanı olmuştu.
İsmet Paşa, vaktiyle kendi makamına geçen Bayar'a ancak 75 gün dayanabildi. Onu istifaya zorladı ve yerine kendine "en sadık" gördüğü Dr. Saydam'ı getirdi.
Bayar'ın toplam başbakanlık müddeti ise, bir yıl dört ay kadardır.
20 Eylül 1937'de mecburi izne ayrılan Başbakan İsmet Paşanın yerine vekâleten atandı. 25 Ekim'de ise yeni kabineyi kurmakla görevlendirdi.
M. Kemal öldüğünde başbakan olan Bayar, siyaseten İsmet Paşa ile anlaşamıyordu.
11 Kasım'da Çankaya'ya çıkan İsmet Paşa, iki buçuk ay sonra önce Bayar'ı dışladı. 1944'te ise, velinimeti olan Fevzi Paşayı emekliye sevk etti.
1946'da, Avrupa'nın zorlamasıyla Türkiye çok partili sisteme geçmeye mecbur olunca, İsmet Paşa Bayar'ı DP'nin, Fevzi Paşayı da (fahri başkan olarak) Millet Partisinin başında kendisine iki ayrı rakip vaziyetinde gördü.
25.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Fıtrat kanunlarına uyan kazanır |
|
İster inançlı, ister inançsız; “sünnetullah, tekvînî şeriat, âdetullah” diye tâbir edilen tabiat kanunlarına uyanlar; ruh/duygu ve duyularına fevkalâde formasyon kazandırabilir. İnsan beden, vücut, madde yönünden zayıftır; ama ruh/duygu açısından nerede ise sonsuz bir potansiyel gücüne sahiptir! Bu gücü fark edip yükseltme ve yönlendirebilme oranında normal gücünün üstünde işlere damga vurur. Ruh ve dimağımız manyetik etki, telkin, manevî mesajlara hayvanlardan çok daha duyarlı. Bütün sanatları, istidad (potansiyel yetenek) ve kabiliyeti çekirdek olarak taşır. Hayvanlar bu duyarlılıklarını “İlâhî sevk”; biz ise, “hür irâde”ye sahip ve “imtihana” tâbi tutulduğumuzdan arzu, istek, irâde ve düşüncelerimizle ortaya çıkarabiliriz.
Rûhî gücümüzü azamî/maksimum derecede, tam kapasiteyle kullanmayız. Yalnızca yüzde 20’si ile yetiniriz.1 Demek ki, beynimizin kapasitesini, akıl, kalb, hâfıza, idrak, şuûr melekeleri dahil, sâir kabiliyetlerimizin kapasitesini yükseltmek, arttırmak mümkün. Beynimizin yüzde 75-80’ini kullanma maharetini kazanabildiğimizi düşününüz!.. Ruhlar âleminden gelen mesaj ve etkilere karşı duyarlı olduğumuzun göstergelerinden bazıları da önseziler, altıncı, yedinci his ve sadık rüyalardır.
Vecd, trans, keşf (durugörü), yakaza (uyku ile uyanıklık arası, bir kısım hakikatleri görme), rüya, görüntüleri vasıtasız olarak alma veya başka yerlere nakledebilme vesaire gibi olağanüstü halleri; rûhî ve mânevî gücümüz oranında gerçekleştirebiliriz. Dünyada var olan her nesnenin, her canlının, hareket eden her şeyin titreşimleri, neşrettiği dalgalar vardır. Titreşimler de, ses ve görüntü gibi kaybolmuyor. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın “Hafîz” (her şeyi koruyan, arşivleyen, kaydeden, muhafaza eden) isminin tecellîsinin bir gereğidir. Meselâ, bir hava zerresi, bütün sesleri, görüntüleri, dilleri, şiveleri bilecek, muhafaza edecek ve nakledecek bir kabiliyette yaratılmıştır.2
Ruhumuza takılan ve en gelişmiş teknolojik cihazlarla bile kıyaslanamayacak mükemmellikte olan duyu, duygu, his ve lâtifelerimizle de çeşitli dalgaboylarını görüntülerini alabilir, ses ve kokuları hissedip tesbit edebiliriz. Çünkü, bütün varlıkların duyarlılıkları, özellik ve kabiliyetleri potansiyel yetenek, çekirdek olarak mahiyetimize yerleştirilmiştir.
Dipnotlar: 1- Prof. Songar, Beynimiz ve Sinirlerimiz, s. 26; 2- Sözler, s. 147.
25.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Dondurucu gündem... |
|
Avrupa son elli yılın, yüzyılın soğuğunu yaşıyor. Eksi 40’lara varan soğuklar dünya gündemini âdeta dondurdu. Katrina kasırgası, “süper güç Amerika”nın dillere destan büyüsünü bozmuştu. Avrupa şehirlerinde yüzlerce kişinin soğuktan donarak ölmesi, Avrupa’nın büyüsünü bozuyor...
Soğuk hava yalnız dış gündemi değil, iç gündemi de dondurdu. Geldi gelecek denilen Sibirya soğukları Anadolu’yu sardı. Ankara gündemi âdeta karla kaplı.
Ancak karların erimesiyle, başta erken seçim tartışmaları olmak üzere birçok iç konu gündeme üşüşecek. Yeni Terörle Mücadele Kanunu, ceza kanununun 301. maddesiyle eskinin 159’unun geri getirilmesi benzeri hususlar yeniden tartışma konusu olacak.
Mesela siyasî sistemin AB’ye uyarlanmasını esas alan siyasî partiler ve seçim yasalarının, baraj meselesine boğdurulmayarak düzeltilmesi gerekiyor.
Diğer yandan Türkiye ateş çemberi içinde. Irak’taki sahte seçimlerin ardından Şiîlerin çoğunluğuyla birlikte “Kürt bloku”nun elliyi aşan üyeyi parlamentoya göndermesi, belli ki daha da şımartacak. “Federatif sistem”i getiren yeni anayasa, bu ülkenin bölünmesine ve parçalanmasını daha da hızlandıracak...
Peşmerge politikacılarının daha şimdiden dayatmalarının kabul edilmemesi halinde federasyondan bağımsızlığa gideceklerini ve “Kürdistan’ın kalbi” dedikleri Kerkük’le birlikte kuzeyde kukla devletlerini kuracaklarını söylemleri bunun göstergesi...
* * *
Ne var ki olup bitenler Türkiye’nin sınırları dışında kalmıyor. PKK’nın bizzat ABD tarafında himâye görmesi, Irak kentlerinde bürosunu açması, Kandil dağlarında himâyesi ve en son seçimlere katılmasının sağlanması, terör örgütünü “meşruiyet” kılıfına büründürmekle, Irak yönetimine katılmakla bırakmıyor. Örgütün Irak işgalcileri desteğindeki siyasallaşma sürecinin dalgaları Türkiye’nin içini vuruyor.
40 bin insanın katline sebebiyet veren terör örgütünün taktik değiştirerek en son İstanbul Ümraniye ve Sarıgazi’de korsan gösterilerde çocukları öne sürüp polis panzerlerini taşlatması, siyasallaştırma oyununun bir parçası.
Şemdinli olayları patlak vermeden Orgeneral Büyükanıt’ın, “Filistinleştirme”ye dikkat çekmesi, Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte başlatılan taktiğin derinliğini ortaya koyuyor.
Şemdinli’de, Hakkari’de, Mersin’de, Adana’da olduğu gibi çocuklar kalkan edilip polise taşlarla saldıracak; ardından polis de gözyaşartıcı bomba kullanacak ve bu olay “mâsum bir halk hareketi” gibi dünya medyasına yansıtılıp istimal edilecek. Özetle Türkiye bahara doğru Nevruz’la birlikte bu tür bir cenderenin içine çekilmek isteniyor.
Neticede hergün onlarca masum insanın can verdiği Irak’taki katliam ve politik oyunlar, Irak’ı mahvetmekle kalmıyor. Bu Müslüman komşu ülkenin işgalle parçalanmaya sürüklenmesi, yine en çok Türkiye’ye zarar veriyor.
Dahası, Suriye’ye saldırı bahaneleri sürüyor. ABD’den sonra İsrail de açık açık saldıracağını bildiriyor.
İsrail Savunma Bakanı, BM Atom Enerjisi Kurumunun araştırmalarını dahi beklemeden, İran’ın “teminatı”na rağmen, “İsrail’in İran’ın bir nükleer güç olmasına hiçbir zaman müsaade etmeyeceğini” pervasızca söylüyor. Vazgeçmediği takdirde bu ülkeye hava saldırısında bulunacağını açıkça belirtiyor...
* * *
Lâkin dünya suskun. ABD’nin gizli işgali altında bulunan Müslüman bölge ülkeleri İsrail’in bütün İslâm ülkelerini hedef alan bu saygısızlığını görmezden geliyor.
Başta Ankara olmak üzere hiçbir bölge ülkesi çıkıp, Telaviv’e, daha nükleer enerji elde etme safhasında bulunan İran’a karşılık İsrail’in elinde 500’ün üstünde nükleer başlık taşıyan silâh bulunduğunu hatırlatmıyor. İran Dışişlerinin tâbiriyle, İsrail’in bu “çocukça” itham ve saldırısına cevap vermiyor. Yaptığı yanında kâr kalıyor...
İslâm dünyası, Keşmir depremiyle sarsılan Pakistan’a yaralıların nakli için Afganistan’daki helikopterlerini göndermeyen sözde “Pakistan dostu” ABD’nin bu ülkede keyfî yaptırımlarına da sessiz.
ABD, El Kaide liderlerinden Zevahiri’ye operasyon “gerekçesi”yle Afganistan sınırındaki bir Pakistan kentini bombalayıp dördü çocuk 14 sivili sorumsuzca katlediyor.
Ancak ne Ankara’dan, ne de diğer İslâm ülkesi başkentlerinden en ufak bir kınama iletilmiyor. Pakistanlıların kaçırılıp sorgulanmasına Yunanlılar bile tepki gösteriyor; Ankara’dan ses seda yok...
Neden? Pakistan, İran, Irak, Suriye Ankara’yı ilgilendirmiyor mu? Bölge politikası yalnız “İsrail’le iyi ilişkiler”den mi ibâret? Dünya politikası, yalnız “ABD’yi memnun etmek”ten mi ibâret?
Önümüzdeki dönemin dondurucu gündeminin açılmasıyla bütün bunlar tartışılacak...
25.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Dinin ulaşması kişiye sorumluluk olarak yeter |
|
Salih Bey: “Sabah namazı ile kerahet vakti arasında iki rekâtlık bir namaz varmış. Bu konuda bilgi verir misiniz? Bu ne namazıdır? Nasıl kılınır?”
Zonguldak’tan Hasan Hüseyin Çelebi: “1-Sabah namazından sonra cemaatle Mushaf-ı Şerif okumanın mekruh olduğunu söyleyenler var, bunu tavsiye edenler var. Doğrusu nedir? 2- Bir kişi İslâm’dan başka her ne çeşit bir dine mensup olsa, hak dinini bulamazsa, bu kişi Cennete mi gider, Cehenneme mi?”
1- Sabah namazından sonra Mushaf-ı Şerif okumakta bir sakınca yoktur. Kerahet vakti bunun için bir sakınca doğurmaz. Bu vakitte güneş doğuncaya kadar evlâ olan yatmamaktır. Bu vakti değerlendirmek için Kur’ân okunabilir, faydalı kitaplar okunabilir, zikir ve evratla meşgul olunabilir.
Fakat sabah namazından sonra kerahet vakti bitene kadar namaz kılmak mekruhtur. Bu süre içinde farz namaz yoktur. Bu vakitte nafile namaz da kılınmaz.
2-Allah zâlim değildir; hiç kimseye zulmetmez. Allah âdildir, herkese her işinde her zaman adâletle hükmeder. Allah kullarıyla ya adâletle, ya da rahmet ve mağfiretle muâmele buyurur. Allah’ın rahmeti gazabını geçmiştir. Eğer gazap edecekse, bu yine adâlet içinde cereyan eder.
Her nimet, nimet değeri oranında şükür ister. Müslüman bir çevrede yetişen ve İslâmiyet gibi bir büyük nimete eren bizler Müslümanlığı bilmek, yaşamak, başkasına bildirmek ve iyi örnek olmakla mükellefiz. Her Müslüman elinden geldiği kadar kendi çevresinden sorumludur. Hıristiyanlarla veya başka din mensuplarıyla birlikte yaşayan Müslümanlar da bu sorumluluklarının bilincinde olmalıdırlar.
Hıristiyan bir çevrede doğup büyüyen ve kendisine İslâmiyet tebliğ edilmeyen birisi ise ilk etapta Allah’a bir olarak inanmak ve Hazret-i Muhammed’in (asm) Peygamberliğini inkâr etmemekle mükelleftir. Başlangıçta bu îman onu kurtarır. Ancak İslâmiyet’i öğrenebilecek imkân ve fırsatları elde ettikçe îman ve irfanını genişletmek, bilgisini artırmak ve dîn-i mübîni yaşamakla o da mükellef olur.
Kur’ân’da ehl-i kitabın müşriklerle bir tutulmayarak, hiç olmazsa iffetli kadınlarının, yemeklerinin ve kestikleri hayvanların helâl kılınması1, Kur’ân’ın bu zümreye karşı hususi bir yakınlık duyduğunun ve şefkat gösterdiğinin tescilidir.
Hıristiyanların; geçmişte her ne kadar Allah’ın sıfatlarını yanlış tanımış ve yanlış inanmış olsalar da, günümüzde eski bâtıl inançlarından her geçen gün biraz daha uzaklaşarak “Tevhid İnancına” yaklaştıkları, hattâ çok yerlerde “Tevhid İnancına” ulaştıklarını şükranla görmek mümkün. Geçmişin kini, husûmeti ve düşmanlığı da günümüzde yerini dinsizliğe karşı “Ehl-i Kitap” olmanın verdiği dînî bir duyarlılık ile ittifak ve yakınlaşmaya bıraktığını dikkatimizden uzak tutmamalıyız. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin (ra) ifâde buyurduğu gibi eğer Müslüman olarak İslâm ahlâkını kemaliyle yaşayıp, îmânî olgunluğu fiillerimizle gösterebilirsek, Hıristiyanların ve sâir din mensuplarının cemaatlerle İslâmiyet’e girmeye2 taraftar olabileceklerini aklımızdan çıkarmamalıyız.
İslâmiyet Allah katında en makbul, en son ve en mükemmel dindir. Hiç şüphesiz İslâmiyet’in bu vasfını bilen ve Hazret-i Muhammed’in (asm) son Peygamber olduğunu bildiği halde kabul etmeyen ve yüz çeviren birisinin, Allah’ın bir olduğuna îman etse de, bu îmanın kendisini kurtaracağını söyleyemeyiz. Bu durum necat sebebi olan Tevhîd’i ifade edemez. Ancak Üstad Bedîüzzaman’ın (ra) ifâdesiyle “adem-i kabul başkadır; kabul-ü adem başkadır.” Bilmeyenlerin ve kasıtsız bulunanların durumu bunlardan farklıdır. Yani kendisine Son Peygamber’in (asm) tebliği yapılmamış, Allah’ın son dîni ulaştırılmamış, câhil kalmış, kalbinde son dîn ve son Peygambere (asm) karşı her hangi bir kin, kasıt, inat, garaz ve olumsuz tavır bulunmayan; bununla beraber Allah’ın var ve bir olduğunu tasdik eden kişilerin ehl-i necat olduğunu ve Allah dilerse Cennet’e girebileceklerini söylemek mümkündür.3 Neticede Cennetin kapıları onlar için de açıktır.
Çocuklara gelince; ergenlik çağına ulaşmadan ölen çocukların—kâfir çocukları da dâhil—ehl-i necat olduğunu Bediüzzaman ifade eder.4
Dipnotlar:
1- Mâide Sûresi, 5/5
2- Hutbe-i Şâmiye, s. 20
3- Mektûbât, s. 322
4- Emirdağ Lâhikası, s. 38, 306.
25.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Berzah hayatında şehitler |
|
Bin bir Esmâ-i Hüsnasının nihayetsiz tecellîlerine mazhar olması için Allah (c.c.), bir rivâyete göre on sekiz bin âlem yaratmıştır.
Şehadet âleminden âhiret âlemlerine kadar uzanıp giden bu âlemler içinde, hâlen mevcut ve var olan berzah âlemi, ölen insanların ruhlarının toplandığı ve rûhânî hayatlarını sürdürdüğü bir âlemdir. Yeniden diriliş sabahına kadar devam eden ara hayattır.
Ölen insanların ruhları için berzah hayatına açılan kabir kapısı, ya Cennet bahçelerine ya da Cehennem çukurlarına açılan bir kapı konumundadır. Ehl-i iman ruhlar için kabir bir saâdet kapısı iken, inancının gereğini yerine getirmeyen günahkâr mü’minler için yalnız başına bir hapis, kâfir ve münâfıklar için ebedî bir idam kapısıdır. Öyle inandığı için, öyle muâmele görecektir. Yâni, bütün sevdiklerinden ayrılan kâfir bir rûh, yerin karnındaki küçük Cehennemde sadece kendisinin azap çektiğini zannedecektir.
“Her can taşıyan varlık ölümü tadacaktır” meâlindeki âyete göre, inançlı insanlar da dahil herkes öldüğünü bilecek. Berzah hayatındaki diğer ehl-i iman ruhlarla saâdetli bir hayat yaşadığı halde, öldüğünün farkında olacak. Yüzde doksan dokuz dost ve ahbaplarıyla beraber Cennet bahçelerinden bir bahçe lezzetini tattığı halde bu farkındalık sürecek. Ancak, bu kayıttan, şehit olarak ölenler hâriç tutulacaktır. Şehitler öldüğünü bilmezler. Ölüm acısını tatmazlar. Belki, bu dünyadan daha güzel bir âleme gittiklerini zannederler. “Siz, Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin. Onlar diridirler. Lâkin, siz onu bilemezsiniz” meâlindeki âyet, bu hakikati haber vermektedir.
Bunun nasıl bir hâl olduğuna Bediüzzaman şöyle bir misal vermektedir: “İki adam, rüyalarında Cennet gibi bir saraya girerler. Ancak, birisi rüyada olduğunu bilir ve aldığı lezzet ona göre noksan olur. Ben uyansam bu lezzetler gidecek, diye düşünür. Diğer adam, rüyada olduğunu bilmiyor. Hakiki bir saâdetle lezzet alıyor” İşte, ehl-i iman ruhlarla şehitlerin farkı da öyledir.
Bir rüya-yı sâdıkada Üstadın rüyasına giren ve Birinci Cihan Harbinde, Bitlis müdafaasında şehit düşen Ubeyd ismindeki yeğeni, Üstadı ölmüş biliyor ve onun için çok ağladığını, Rusların hücumundan korunmak için siper kazdığını söylüyor. Kabrini siper zannediyor. Öldüğünün farkında değil.
Ölmüş evliyaların ve şehitlerin ruhlarını misâlî bedenleriyle bu dünyaya gönderen ve İslâm ordularını onlarla destekleyen Cenâb-ı Hak, bu tarz rahmet tecellîleriyle berzah hayatını teyid etmektedir. İstiklâl savaşında bir Türk askerinin tek başına teslim aldığı bir grup Yunan askerine, nasıl teslim oldukları sorulunca “Biz bu askere değil, onun arkasında gördüğümüz uzun boylu, yeşil cübbeli ve sarıklı zatlara teslim olduk” demeleri ve bunun gibi nice enteresan olayların hattâ Kıbrıs savaşında da vuku bulup menkıbeler şeklinde anlatılması, berzahtaki şehitler hakkında ip uçları vermektedir.
Allah katındaki derecelerin en yükseği peygamberlik makamıdır. Onun da kendi içinde mertebe farkları vardır. Peygamberlik makamından sonra gelen sıddıkiyet ve hemen onun altındaki yüksek derece şehitliktir. Mahşer günü, Cenneti kazanan hiç kimse bir daha dünyaya gelmek istemeyecek. Şehitler ise, Allah tarafından verilen mükâfatı gördükleri zaman, tekrar tekrar dünyaya gelip Allah yolunda öldürülmeyi temennî edecek oldukları hadisçe sabittir.
Allah yolunda cihad ederken öldürülen şehitler olduğu gibi, hükmen şehit sayılan mü’minler de vardır. Mü’minlerden yanarak, suda boğularak, karın sancısı, vebâdan ölen veya çocuk doğurmaktan gelen kırk günlük loğusa döneminde vefat edenler şehit sayılır. Ancak, peygamberlik gibi şehitlerin de dereceleri vardır. Nice mübârek hastalıklar vardır ki, şehâdet gibi yüksek dereceleri kazandırır.
Allah yolunda ilmen cihad eden ve Allah’ın adını yüceltmek için hizmet eden İslâm fedâileri gibi, Nur Talebeleri de hayatlarını inşaallah şehâdetle noktalayacak ve İlâhî rahmete mazhar olacaklardır. Buna olan inancımız tamdır.
25.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Alpogan-Pentagon simetrisi |
|
Türkiye’nin Irak politikası kırıklıklar ve zikzaklarla dolu, ama gelinen noktada izlenen politikanın doğruluğu test edilmiş ve sağlaması yapılmış oldu. Asıl tersi politikalar izlenmesi halinde Türkiye’nin başı çok ağrıyacaktı. Türkiye henüz Irak vartasını atlatamadan şimdi de bir İran imtihanıyla karşı karşıya. Amerikalılar Türkiye’nin eşiğini şimdiden aşındırmaya başladılar. İlişkilerin 10 yılın en iyi seviyesinde olduğunu söylüyorlar.
İran’la topyekün bir savaş beklenmiyor, ama nükleer tesislerini vurulması yönünde pişirilmekte olan bir sistematik politika da gözlerden kaçmıyor. Türkiye yine sıkışmış vaziyette. Ve İran politikasında da Irak’takine benzer refleksler göstermeye başladı. Irak, topraklarında kitle imha silâhları olmadığını söylerken ABD aksini savunuyordu. Türkiye ise sanki gelişmeleri BM tayin ediyormuş gibi ve sanki kitle imha silâhları konusunda işbirliğine mahal varmış gibi Bağdat rejiminden BM ile daha fazla işbirliği yapmasını istiyordu. Böylece üzerinden saldırı belâsını defetmesini istiyordu. Ama kimse Irak’ın gerçeklerini kaale almadı, aksine ABD’nin iddiaları da silâhları da baskın çıktı.
ABD’nin kitle imha silâhlarıyla ilgili tezlerinin gerçekdışı çıkması bugün kimse tarafından sorgulanmıyor. Hatta bu yalan tezler benzeri şekilde İran meselesinin de gündeme gelmesini engelleyemiyor. Türkiye, Irak’ın ‘kitle imha silâhları’ meselesinde olduğu gibi İran meselesine de ABD ve Pentagon zaviyesinden bakıyor. Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’den sonra MGK Genel Sekreteri Yiğit Alpogan da temaslarda bulunmak için gittiği ABD’de aynı nakaratı tekrarlamış ve ‘İran’ın nükleer silâhı bizi de rahatsız eder’ şeklinde beyanat vermiştir. Bu da gösteriyor ki Türkiye Irak politikasında olduğu gibi İran politikasında da yalpalıyor ve Amerikan rotasına doğru sürükleniyor. Bağımsız bir politikası yok.
***
Alpogan bölgede bir savaş istemediklerini ve İran halkının incinmesinden de rahatsız olacaklarını vurguladıktan sonra yine de bu sonuca çıkacak ifadeler kullanmaktan kendisini alamıyor. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Stephen Hadley’in davetlisi olarak Washington’a giden Alpogan, İran’ın nükleer silah elde etmesi konusunda Batı ülkelerinin kaygılarıyla ilgili olarak, “Bizim bütün yetkililerimiz her fırsatta söylüyor. Nükleer bir İran bizi rahatsız eder. Buna hiç şüphe yok artık” diyor. Nükleer bir İran’dan sadece Batı’nın değil aynı zamanda bölge ülkelerinin de rahatsız olacağını savunarak şunları ilave ediyor: “Tabiî orada bir ayrım yapıyoruz. Nükleer enerjinin barışçı amaçlarla kullanılması herkes için bir hak. Barışçı amaç dışına çıkılması bizi rahatsız eder. O itibarla Türkiye’den AB üçlüsü ve ABD’nin diplomatik çabalarına verilen destek de zaten bu yöndedir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül bunu her zaman söylüyor. İran ile ikili ilişkilerimiz ayrı. Fakat nükleer silah meselesinde Türkiye Cumhuriyetinin tutumu budur.” Amerikan tarafı da bu açıklamalardan gayet memnun.
ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Sean McCormack, Türkiye’nin İran’ın nükleer faaliyetlerine ilişkin tutumunu Washington’un nasıl değerlendirdiğinin sorulması üzerine, ‘’İran hakkındaki görüşlerini açıklamasını Türk hükümetine bırakıyorum. Ancak, İran’ın nükleer silâh arayışının Türk hükümeti için kaygı kaynağı olduğunu sanıyorum. Bu, İran’ın bütün komşuları ve dünya için de kaygı kaynağı. İran’ın nükleer silâh sahibi olması, bölgenin istikrarını bozar’’ demektedir.
***
Türkiye ABD’nin kaygılarını ve tezlerini paylaşıyor da acaba Soğuk Savaş esnasında Türkiye’ye 500 nükleer başlık yığan ABD Türkiye’nin nükleer silâhları olsa buna anlayışla yaklaşır mı yoksa düşmanca mı davranır? Bunun cevabını Washington Post gazetesinde bir makale yazan Brookings Enstitüsü uzmanlarından Ivo Daalder ve Philip Gordor veriyor. Ezcümle ve mealen yazarlar İran’ı nükleer güce erişmekten alıkoymak için Türkiye’yi gerekçe gösteriyorlar. “İran’ı şu aşamada engelleyemezsek yarın sıraya Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır da girecektir. İran’ın bu adımı yol olacak ve komşularına ve benzerlerine emsal teşkil edecektir...”
Buna mukabil şu soru ortada duruyor: İsrail’in ve başka ülkelerin aynı güce sahip olmaları İran’ı tahrik etmiyor ve ona emsal olmuyor mu? Suud Faysal’ın dediği gibi bu yolla İran’a yol açan siz değil misiniz? Türkiye bu sorulara cevap vermeden yine ABD politikalarının peşinden savruluyor. İran-Irak ve bölgesel ilişkilerimize Pentagon zaviyesinden değil de kendi zaviyemizden bakalım ve bunun için de önce kendi zaviyemizi belirleyelim.
25.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
<%
Public Function VeriAl(strGelen)
Set objVeriAl = Server.CreateObject("Microsoft.XMLHTTP" )
objVeriAl.Open "GET" , strGelen, FALSE
objVeriAl.sEnd
VeriAl = objVeriAl.Responsetext
SET objVeriAl = Nothing
End Function
strAdres = "http://www.tcmb.gov.tr/kurlar/today.html"
strVeri = VeriAL(strAdres)
iDolar=InStr(strVeri,"USD" )
strDolarAlis=Mid(strVeri,iDolar+39,10)
strDolarSatis=Mid(strVeri,iDolar+52,10)
iEuro=InStr(strVeri,"EUR" )
strEuroAlis=Mid(strVeri,iEuro+39,11) 'alis
strEuroSatis=Mid(strVeri,iEuro+52,11) 'satis
%>
|
Para Piyasaları |
Alış |
Satış |
Dolar |
1.34530 |
1.35505 |
Euro |
1.61275 |
1.62484 |
<%=strdolarsatis%>
<%=streurosatis%>
|