"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Padişahlara “veled-i zina” ithamı üzerine...

Zeynep ÇAKIR
02 Aralık 2012, Pazar
Tarihçiler, istedikleri kadar, padişah ve ailesinin meskeni olan haremin, basit bir ev fonksiyonundan öte; gerek içinde yaşayanlar ve gerekse yönetim kurallarıyla teşkilâtlanmış bir kurum olduğunu, Osmanlı saltanat geleneklerinin bu özel alanda bile tam bir ciddiyet ve disiplin ile sürdürüldüğünü söyleseler, belgelerin aydınlatmasıyla ciltler dolusu kitap yazsalar da, haremle ilgili zihinlerde istifham meydana getiren bu sorunun cevabını vermekten her defasında aciz kalırlar.
 İş döne dolana padişahların cariyelerle yaptığı evliliğin meşrû olup olmadığında kilitlenir kalır. Önyargılı yaklaşanlar bir yana Osmanlı’yı İslâm’a yaptığı hizmetlerden ötürü seven “şanlı tarihimiz, ulu ecdadımız” şeklinde senakârane ananlar bile ellerinde olsa tarihi çevirip, o çok sevdikleri padişahları tek eşliliğe mahkûm edip kendilerince nakise gördükleri bir hatadan münezzeh ve müberra kılacaklar, tarih nezdinde bu karanlık noktayı böylelikle aydınlığa kavuşturacaklardır. Fakat ne tarih bizim zevklerimiz ve beğenilerimize göre değişen bir şeydir ve ne de olmuşla ölmüşe çare bulunur. Bize düşen bir tarihî olay veya olgunun; zamanın ilcaatı ve zorlamalarının sevkiyle meydana geldiğini baştan teslim edip, şapla şekeri birbirine karıştırmadan mevkiine uygun bir şekilde tahlil etmektir.
Osmanlı Devletinin Risale-i Nur’daki tavsiflerinden biri, bugünkü moda tabirlerle tarihteki vizyonu ve misyonu şöyledir:
“Eskiden beri î’la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile kendini yekvücud olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiye”… Böyle ulvî bir dâvânın öncüsü olan padişahlardan birini Hazret-i Sultan Fatih diye hayırla yâd eden Bediüzzaman, Yavuz Sultan Selim’in ittihad-ı İslâm siyasetini âlem-i İslâmın selâmeti ve hayrı hesabına isabetli bulduğunu tasdiken; takdirin de ötesine geçerek ”Sultan Selim’e biat etmişim” sözleriyle ibraz etmiştir.
Adı geçen bu iki padişahtan biri peygamber övgüsüne mazhar olmuş, şanlı zaferlerin sultanı, asırlardır hayırlarla yâd edilen Fatih Sultan Mehmed aynı zamanda kardeş katline cevaz veren hükmü Osmanlı kanunnamelerine koyduran ilk şahıstır. Yavuz ise tahta oturmak için babası ve kardeşleriyle mücadele eden, rakiplerine karşı amansız ve acımasızlığıyla ünlü, Selim olan isminin önüne Yavuz sıfatını alacak kadar sert tabiatlı bir hükümdar.
Peki şimdi ne düşünmemiz gerekiyor, nasıl bir sonuca ulaşmamız icab ediyor? Çift bilinmeyen denklemli matematik sorusunu çözemeyen acemi bir öğrenci gibi önermelerden birini yok mu sayacağız? İşte yol ayrımına gelinen nokta tam da burasıdır. Ulu ecdadımız diye söze başlayanların ısrarla gözlerini yumdukları ifrat noktasından, Osmanlı padişahlarını kardeş ve evlât katili, sefahat düşkünü görenlerin tutundukları tefrit dalını; kırmadan bükmeden nasıl doğrultacağız. Şu cariyelik ve kölelik meselesinin aslını astarını nasıl anlayacağız?
Bizi ilk sorunun cevabına ulaştıracak tek kriter, saltanat refleks ve reaksiyonlarını bilmek olacaktır. Osmanlı bütün siyasî yetkilerin padişahta toplandığı mutlak monarşiyle yönetilen ve merkezî otoriteyi esas alan bir devlettir. Bu gücü sınırlayan tek şey şeriatın getirdiği hükümlerdir. Burada da devletin selâmeti ve bekası uğruna şahısların ve hatta padişahın kendisinin bile feda edildiği adalet-i izafiye düsturları devreye girecektir mecburî olarak. Asıl olan devletin yaşamasıdır. Hâl böyle olunca da siyasî bölünmeye fırsat verecek bütün yolların kapanması, buna sebebiyet verebilecek olan büyük kötülüklerin def’i uğruna, kötünün iyisinin seçilmesi yoluna gidilecektir. Bunun ıstılâhtaki tabiri ‘ehvenüşşer’dir. Sistemin adını saltanat koyduktan sonra tabiî olarak, idarecinin nüfuzunu ve erkini kayıt altına alacak tehlikelerin bertaraf edilmesi icap edecektir. Padişahın özerkliğini tehlikeye atacak, yönetimi iki başlı hale getirecek; “Buralar yalnız senden değil bizden de sorulur, sen şunda ben de bunda veya burada söz sahibi olayım” diyen kardeş de olsa evlât da olsa tıkanan yolun açılması için ortadan kaldırılacaktır. Meşrû olduğu çok tartışılır, kabul edilemez belki, ama mecbur kalındığına her halde kimse itiraz edemez. Hele istiklâline ve kahramanlığına çok düşkün Osmanlı’dan önceki Türk devletlerinin gazâ ve cihad politikalarını akim bırakan, saltanat ve kardeş kavgalarının sonunda kendilerine de yar olamayan devletlerinin enkazında öten Haçlı ve Moğol baykuşlarının kondukları yerlerde sebebiyet verdikleri afetlerin acı örneklerini tarih sayfalarında gördükten; İstanbul’un fethini tam yarım asır geciktiren Yıldırım’ın oğulları arasında geçen ve devletin başsız kaldığı fetret devrini bildikten; hele hele Fatih gibi bir babanın iki oğlu arasında geçen mücadelede mağlûp olan Cem Sultan’ın serencam-ı hayatını bugün bile içimiz sızlamadan okumak kabil olamadığına göre, böyle meş’um bir kararı onların da güle oynaya benimsediklerini kim iddia edebilir?
Şimdi bu kanunu sadece bir padişahın inisiyatifindeki bir tercih olarak görüp ona zalimlik isnad etmek mi, yoksa padişahın kendini de mağdur ve mazlûm kılan sistemin tıkayıcı ve zorlayıcı özelliğini analiz etmek mi mantığa uygun düşer? Tarihimizin bu acı ve karanlık noktasında şahısların mesuliyetini yok saymak zorlama bir tevil olduğuna göre, siyasetin keskin ve acımasız bir yüzünü görmemek için gözü kör etmek gerektir. Risale-i Nur’da hakimiyetin şeriksiz olması gerektiğinin isbatı bu acı gerçek üzerinden örneklendirilirken, uygulamanın meşrû olmadığına zahir biçimde işaret edilmesi ne kadar manidardır:
“Çok yerlerde kat’î delillerle ispat etmişiz ki, hâkimiyetin en esaslı hassası istiklâldir, infiraddır. Hattâ hâkimiyetin zayıf bir gölgesi, âciz insanlarda dahi, istiklâliyetini muhafaza etmek için, gayrın müdahalesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez. Çok padişahlar, bu redd-i müdahale haysiyetiyle mâsum evlâtlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler. Demek, hakikî hâkimiyetin en esaslı hassası ve infikâk kabul etmez bir lâzımı ve daimî bir muktezası istiklâldir, infiraddır, gayrın müdahalesini reddir.” (Otuzuncu Lem’a)
“Bazı risalelerde gayet kat’î ispat ettiğimiz gibi, hâkimiyetin şe’ni, müdahaleyi reddetmektir. Hattâ, en ednâ bir hâkim, bir memur, daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hattâ, hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde mâsum evlâtlarını katletmeleri, bu redd-i müdahale kanununun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor. Bir nahiyede iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki padişaha kadar, hâkimiyetteki istiklâliyetin iktiza ettiği men-i iştirak kanunu, tarih-i beşerde çok acip hercümerc ile kuvvetini göstermiş.” (Yirmi Üçüncü Lem’a)
O halde tahtta oturan padişah sırf canı istiyor diye ne evlât ve kardeşlerini kesme meraklısıdır ve ne de cariyelerle evlenme. Birincisi gibi ikincisi de yine siyasî mülâhazaların zorlamasının sonunda yıllar içinde ulaşılan ara bir formüldür. Bugün biraz para, makam, mevki ve itibar sahibi olan bir kimsenin anlı şanlı bir aileden kendi seviyesine uygun bir kız almak için nasıl seferber olduğu adiyattan, her an rastladığımız ve kabul ettiğimiz bir olgudur. Tersi bir durumda ise dedikodu kazanlarının nasıl kaynatıldığını, şu dizi enflasyonunda kenar mahalle dilberlerinin nasıl olup da zengin evlerine gelin olduğunu amma velâkin geldiği evde ağzıyla kuş tutsa bile yaranamadığını her dem gözlemler iken, adının geçtiği yeri titreten, Avrupa’ya asırlardır diz çöktüren Devlet-i Âl-i Osmaniye’nin sultanına kız verme yarışına girecek o kadar nüfuzlu aile dururken, saraya getirilmiş esirelerden biri veya birkaçı ile aile hayatı kurmak neden istesin ki padişah? Hadi kızın statüsünü yükseltiyor diyelim, padişahın bu işten kazancı ne? İşin sonu gelip dayanıp kendilerine neseb-i gayr-i sahih desinler diye, veled-i zina desinler diye mi tutturmuşlardır bu yolu? Çok evliliği sadece nefis düşkünlüğü ile tefsir eden düşünce yoksunu, tarih ve sosyoloji düşkünü, İslâm hukukundan bîhaber yeni yetmelerin ithamına asırlar sonra bile maruz kalsınlar diye mi?
Ne çare ki devleti kardeş kardeş yönetme hakkından yoksun olan padişah, sarayın nüfuzunun hısımlık bağlarıyla kurulacak akrabalık ordusu tarafından zedelenmemesi uğruna sözgelimi çok değer verdiği bir âlimin, eşraftan falancanın filancanın kızını alıp sıhriyet kurma gibi ayrıcalığa da sahip değildir. Devletin kuruluş aşamasında strateji gereği komşu devlet, beylik, Bizans veya Balkan prensesleriyle yapılan evliliklerin yerini, fetihlerle adı geçenlerin Osmanlı tebaiyetine geçmesi sonucu yeni bir stratejik çözümle, dışarıyla ilgisi kesik, saray akideleriyle büyütülmüş, yabancı kültür veya telkinlerden arınmış bir Osmanlı saray hanımı kimliği kazanmış cariyelerle evlilik yolu açılmıştır. Bu sistemi reddeden, istemeyen hükümdarlar da çıkmış elbette. Bunlardan biri duraklama devrinin ıslâhatçı hükümdarı Genç Osman bu tarz evliliklerin sarayı halktan kopardığı gerekçesiyle iki evliliğini de saray dışından yaptı, lâkin kayınpederlerinin bu bağlılıkla kazandığı nüfuzun etkisinden çekinen bir askerî isyan sonucu öldürüldü. Asırlar sonra Sultan Abdülaziz’in Mısır’lı bir prensesle evlenme teşebbüsüne Fuad Paşa aynı gerekçe ile karşı çıkıp padişahı bundan vazgeçirecektir.       
Görüldüğü üzere meselenin siyasî boyutu gün gibi aşikâr iken, bu evliklerin şer’i dayanağı görmezden gelinip İslâma saldırma konusunda temcid pilavının ateşe sürülmesi henüz yeni değildir. Çok eşlilik, köle ve cariyeliğin mevcudiyeti üzerinden Osmanlı ve aslında İslâm aleyhtarlığı yapılması çığırı Batılılar tarafından başlatılan bir ifsad politikasıdır. Bu soru Bediüzzaman’a da yöneltilir:
“Taaddüd-ü zevcât ve esir ve köle gibi bazı mesâili, bazı ecnebîler serrişte ederek, medeniyet nokta-i nazarında şeriata bazı evham ve şübehâtı irad ediyorlar.
Cevap: Şimdilik mücmelen bir kaide söyleyeceğim. Tafsilini müstakil bir risale ile beyan etmek fikrindeyim. 
İşte, İslâmiyetin ahkâmı iki kısımdır: 
Birisi: Şeriat ona müessestir, bu ise hüsn-ü hakikî ve hayr-ı mahzdır. 
İkincisi: Şeriat-ı muaddildir. Yani, gayet vahşî ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehven-i şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikîye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünkü, birden tabiat-ı beşerde umumen hükümferma olan bir emri birden ref etmek, bir tabiat-ı beşeri birden kalb etmek iktiza eder. Binaenaleyh, şeriat vâzı-ı esaret değildir; belki en vahşî suretten böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek surete indirmiştir, tâdil etmiştir. 
Hem de, dörde kadar taaddüd-ü zevcat tabiata, akla, hikmete muvafık olmakla beraber; şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekiz-dokuzdan dörde indirmiştir. Bâhusus taaddütte öyle şerait koymuştur ki, ona müraat etmekle hiçbir mazarrata müeddî olmaz. Bazı noktada şer olsa da ehven-i şerdir. Ehven-i şer ise bir adalet-i izafiyedir. Heyhât! Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz.”
İslâm köleliği tesis etmediği gibi, tek eşlilikten çok eşliliğe doğru bir geçiş yapmamıştır. Cemiyetin dem ve damarlarına ilişmiş asırlar boyu süren toplumsal ve siyasî bir olgunun kaldırılmasıyla yaşanacak kaosların ve çıkabilecek anarşinin önünü kesmek maksadıyla insan onur ve haysiyetine yakışır bir biçim vermiş, zamanın kabullerine göre yayılacak ve peyderpey izale edilebilecek bir esnekliğe büründürmüştür. İslâmın bidayetinin denk geldiği tarih asırlarından ortaçağ medeniyetlerindeki vahşet, gaddarlık ve zulmün o çağlara da münhasır kalmayıp günümüze kadar gelen zalim uzantılarının karşısında İslâm hukukunda kölelik ve cariyelik uygulamalarındaki merhamet misallerini mukayese etmeye gücümüz yetmez. Zaten kıyas da kabul etmez. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz ki: Bir savaş esiresini veya para ile alınıp satılan bir kadın köleyi cemiyetin kirli bir unsuru haline getirmekten koruyan, iddia edilenin aksine tam da, cemiyeti veled-i zina bataklığından ari tutan bir sistemi va’z etmiştir. Savaşta alınan cariye veya erkek köle, efendinin zimmetindedir. Kayd-ı hayat şartıyla tutulmadığı gibi sosyal güvence imkânlarının olmadığı bir hengâmda toplumsal keşmekeşin ezilen unsurları olmaktan alıkonmuşlardır. İslâmda köle edinmekten çok azad etmekle ilgili hükümlerin carî olması cemiyete hür ve eşit bir statüyle ilhak edilmelerine fırsat verir. Belli bir maaş karşılığında istihdam edilen bu hizmetkârların evlenip müstakil aile kurmasından da yine efendisi mesuldur.
Akla gelecek her türlü hizmetin insan gücüyle sağlanması zorunluluğu geniş aile yapısına mensup Osmanlı evi veya sarayında çok sayıda çalışan personelin istihdamını gerektirir. İşte bu kadronun kadın bireylerini evin beyine namahrem kılmayan İslâm hukukunun varlığı ve uygulanmasından ötürü asırlar boyu yüz kızartıcı namus vak’alarına veya aile içi skandallara rastlanmayacak temiz bir cemiyet hayatı kazandırılmıştır.
Bugün evin hizmetçisi veya beyi arasında ya da sekreterle patron arasında geçen gayr-ı meşrû ilişkilerin bir benzerini iğneyle ararsanız belki ancak bulursunuz. Eğer efendi cariyesi ile karı-koca hayatı kurmak isterse bu iki yolla mümkün olur. Ya efendi kölesini azad edip nikâhla alır veya nikâhsız istifraş hakkını kullanarak evlenir. Eğer cariye efendisinden bir çocuk doğurursa ümmü veled adını alır, çocuğu hür olur, kendisi de efendisinin ölümünden sonra hürriyetine kavuşur. Osmanlı padişahlarının cariye de olsa nikâhlı eşteki dört sınırından ötürü daha çok ikinci yolu tercih ettikleri bilinmekle beraber ellerinin altındaki meşrû hanımlarla Kur’ân’ın verdiği hakka dayanarak aile hayatı yaşamışlardır. Bu konuda ifrata gidenler olduğu gibi, mevcut sisteme rağmen tek eşli kalanlar da olmuştur. Yavuz gibi, 4. Murad gibi. Eğer bu sisteme hem de ismi önünde ‘prof’ ibaresi olan bir tarihçi tarafından gayr-ı meşrû telâkki edilip veled-i zina damgası vuruluyorsa, sadece sarayın değil külliyen Osmanlı cemiyetinin neseb-i gayri sahih unsurlardan müteşekkil olduğu sonucuna varmak icab eder ki böyle sefih (!) bir medeniyetin asırlarca şan ve şeref içinde nasıl ayakta kalabildiğinin muhaliyetini izah etmesini bekleriz. Hadi onu da geçtik izzet ve onurlarına düşkün Kafkas halkları kendi rızalarıyla saraya intisap ettirdikleri kızlarının Osmanlı hanedan mensuplarıyla evlenmesini zul telâkki etmeyecekler midir? Veya böyle bir utanç en basit hadiselerden maraza çıkaran askerin gayretine dokunup da ihtilâl üzerine ihtilâl çıkarmayacak mıdır?
Hasılı tarihin bu vechelerini doğru tahlil edebilmek için dinî kriterlere vukufiyet ve bu devletin siyasî referanslarını oluşturan İslâm hukukunu iyi bilmek ve özümsemek gerekiyor. Tek tip kıyafetlerden kurtulan bedenler kadar, tek tip kafa yapısı malûllüğünden kurtulmanın da zamanı gelmiş geçiyor vesselâm…
Okunma Sayısı: 3526
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • m.zeki şaylık

    2.12.2012 00:00:00

    çok güzel bir yazı tebrik ederim. bunu daha da geliştirerek anlatmanız çok güzel olacak.

  • suna durmaz

    2.12.2012 00:00:00

    Bir konuya, tarih, güncel ve risale-i nurların bakışıyla bakmak! Eline sağlık Zeynep kardeşim.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı