Osmanlı Sarayının Çerkez kraliçelerinden biri Perestû Valide Sultan... (1830-1904) O tam bir “aslında olmayan” iken aslından daha iyi olan mevkiye gelmenin imtihanı ve imtiyazını yaşamış ve bu hali asalet ve vakarla taşımış muhterem bir isim... Bundan ne kastettğimiz sergüzeşt-i hayatını takiple vuzûh kazanacak.
Aslında ismi Perestû değil Piristû; Farsçada ‘kırlangıç’ manasına geliyor. Sarayın her kelimeyi değiştirerek kendine has kılma adetinden ötürü ilk söylenişi meşhur olup yerleşmiş... Ne var ki asıl adı bu da değil; Rahime...
Osmanlı saray geleneğinde hürriyetten cariyeliğe geçişin en önemli simgelerinden biri olan ad değiştirmekten o da nasibini böylelikle almış. Ancak neden ‘kırlangıç’ ismi bir sıfat olarak yakıştırılmış ona da geleceğiz.
O; padişah kızları içinde renkli şahsiyeti ve gözden kaçmaz debdebesi ile adından çok söz ettiren Esma Sultan’ın kızı... Göz bebeği... Zaten; minimini, kıpır kıpır hareketleriyle sevimli; sarışın mavi gözlü, ay parçası gibi güzel, ele avuca sığmayan şirin mi şirin çocuğa bu ismi lâyık gören de o. Lakin gerçek kızı değil; evlâtlığı...
Aslen Çerkez -Ubıh asilzâdelerinden Gogen Gok beyin kızı... Ruslarla mücadelenin eksik olmadığı o dönemlerde gurur ve haysiyete aşırı düşkünlük gibi mümeyyiz vasfa haiz her Kafkasyalı gibi, kızlarının başına bir iş gelmesinden korkan her baba gibi... hayatı kurtulsun düşüncesinin de etkisiyle; Osmanlı himayesi ve terbiyesine vermek en çıkar yol görülerek Esma Sultan’a emanet edilmiş. Evlattan ayrılmak zor, lakin padişah kızı; padişah ablası birinin himayesinde olmak öyle herkesin başına konacak devlet kuşu da değil. Kızının en güzel şekilde yetişmesi ailenin en büyük tesellisi olacak. Bölgede yaşanan Rus mezaliminde genç kızların Ruslar eline düşüp iffetlerini payimal etmek gibi bir utancı yaşamamak için kendilerini uçurumlardan attıkları şeklinde anlatılan hikâyeler meselenin vehametini ortaya koymaya yeter de artar. Nitekim bir müddet sonra bu bey Ruslarla yapılan bir çarpışmada şehit düşecektir...
Dünyalıktan nasibi fazla, fakat evlat sevme arzusuna nail olamamaktan mahzun sultan; kimsesizlerin, yetimlerin hamisi, hizmetindekilerin vasisi olmakla gidermiş eksikliğini. Mahrumiyetini fazilete dönüştürmüş tam bir liyâkatle. Ancak gönlünün hicrânını dindireceği; annelik hissini tam olarak tadacağı hususî bir evlatlığı olsun istemiş..
İşte bu yüzden sarayında öz evlattan üste tutulmuş Perestû, o da zaten güzel ahlâkı ve yumuşak tabiatından ötürü istisnasız her görende bir hürmet ve sevgi hissi meydana getirdiği için kimseden esirgemediği sevgisini velinimeti sultana mükemmel bir mukabele ile yöneltmekten geri kalmamış; öz evlada yakışır vaziyette ve hatta öz evlattan ziyade hürmetkâr olma uluvv-i cenaplığından bir an hilaf etmemiş...
O; Sultan Abdülmecid’in değerli eşi. Eşlerinden biri.. 4. Kadınefendi rütbesiyle sarayda devran sürüyor. Her ne kadar hissettirilmese de statüsü belli. Aslında ve nihayetinde cariye...
Fakat hür kadınlara nasip olmayan bir protokole tabi olunarak padişah kolunda, padişah yanında, devlet erkânının huzurunda ve dönemin üst rütbeli zevatının eşleriyle hazır bulunduğu kalabalık davetli topluluğu önünde; hanedanda daha evvel rastlanmamış bir adetle; ilk kez yan yana bir koltukta oturarak kıyılmış nikahları. Her ritüeliyle Avrupai tarz merasimlerin etkilerini hissettiren biçimde...
Evlilik hikâyesi de ilginç: Halasının sarayına yaptığı mutad ziyaretlerin birinde bahçede gördüğü güzeller güzeli bu kıza vuruluyor padişah... Sorup soruşturuyor, kim olduğunu anlamaya çalışıyor. Fakat halası hiç oralarda değil. Anlamamazlıktan geliyor. Dil döküyor, yalvar yakar oluyor; en nihayet telli duvaklı gelin, sultanlara yakışır düğün dernek ve nikâh şartlarını yerine getireceği sözünü verip, dillere destan düğünle ancak alıp getirebiliyor sarayına padişah...
Çünkü hala, yani Esma Sultan’ın ahdi var. Öz evlattan kıymetli Perestu’sunun mürüvvetini görmek istiyor. Bundan muradı, Perestu’nun hür ve gönlünün sultanı bir eşle mesut bir hayat sürmesi...
Bu yüzden gelen teklife ilk etapta; “Oğlum bu kız benim evladımdır. Onu düğün dernekle evlendirip büyük bir kimseye vermek için bir yaşından beri baktım. Mürüvvetini görmek isterim.. Buna ahitliyim...”* diyerek direniyor ve diretiyor yeğenine...
Padişah ise; “Halacığım benden büyük kime vereceksin. İstediğin gibi düğün dernekle ben alırım. Ne arzu edersen yapmaya hazırım...”** deyince fazla da itiraz edemiyor Esma Sultan, rıza gösteriyor... Sonuçta ikbal ve himayede sarayın tartışmasız ağırlığına ve Perestû’nun diğer aile fertlerine tanınacak statülerin avantajına bakınca kızı için böylesinin hayırlı olduğuna kanaat edip yeğeninin teklifini boş çevirmiyor. Bir yandan duasının en alâ surette kabulüne memnun oluyor, öte yandan padişahın onca hanımından sadece biri olması gölgeliyor mutluluğunu. Lakin elden ne gelir? Padişah sarayın çok eşli statüsünü bir kalemde silemez, asırlık geleneklere sırt çeviremez. Yine de bu evlilik mahiyeti itibariyle olmasa da; icrasındaki değişikliklerle standart dışına çıkılabileceği yolunda birtakım esneklik mesajları verilmesinden ötürü de ayrı bir hususiyet taşıyor!
Düğün ertesi gelinin ailesini Kafkasya’dan getirip Gönen’e yerleştiriyor padişah... Erkek kardeşleri çift çubuk sahibi olurken kız kardeşi Fatma Hanım ise; Gülcemal ismiyle ablasının nedimesi- yoldaşı olarak sarayda istihdam ediliyor...
“Olmayanlar prensesi” dedik ya; hakikaten üzerine giydiği her yeni sıfat onda herhangi bir zaafiyet husule getirmiyor. Kötü olan hangi haslet varsa onun yanında olmuyor; barınmıyor... Kibirden uzak vakarı taşımasını biliyor meselâ... Yüksek sesle konuştuğunu duyan; onca sene diliyle kimseyi incittiğini işiten olmuyor. Şefkat ve merhameti, abid ve ehl-i tarik yaşantısıyla münzevi bir saraylı oluyor ömrü boyunca... Gönlü kırıkların, kimsesizlerin, fakirlerin imdadına koşuyor... Dünya umurunda olmuyor da umuru; ebedi yurdu oluyor... O kadar ki; onca ihtişam ve zenginliğin içinde kendi geliriyle yaptırıyor türbesini. Sandukçasının üstündeki örtüye kadar kendi elleriyle hazırlıyor ahiret yolculuğu levâzımatını. “Ebedi evimi kendim hazırlayacağım sevabı günahı bana ait olsun” diyerek oğlu padişahın yardımını bile kabul etmiyor...
O; hakkında övgünün de yerginin de müfritâne yapıldığı; tarihimizin en tartışmalı şahsiyetlerinden Sultan 2. Abdülhamid’in annesi... Öz annesi değil tabii analığı, manevi annesi...
Annesi Tîrimüjgân Kadınefendi veremden vefat ettiğinde padişah henüz 10 yaşında... Babası Abdülmecid bağrına basıyor ana acısı yaşayan yavrusunu, Perestû Kadının şefkatli kollarına teslim ediyor... Vaktiyle öz evlattan öte olma meziyetini gösteren şefkat ve mahviyet abidesi bu kadın; bir müddet sonra annesi vefat eden diğer kardeş Cemile Sultan’a da; (üç yaşında) kol kanat gererek iki öksüze anne olma vazifesini bihakkın ifa ediyor. Öz anadan öte ana olma vasfına layık surette...
Ve işte en nihayet kader onun ismini tarihlere; “Osmanlı’nın Son Valide Sultanı” ünvanıyla yazdırıyor.
Aradan yıllar geçiyor, bir zamanların himayesine verilen öksüzü erken yaşta babadan da yetim kalma bahtsızlığını yaşıyor... Siyasetin tekinsiz ibresinde sallanan ikbal merdiveninin önünde kurulan taht yolu ince hesapların rağmına işte şimdi evlatlığı şehzadeye açılıyor... Padişah hemen koşuyor validesine; helallik almak dua istemek için... Hürmetle el öptükten sonra şu dikkat çeken sözlerle hitap ediyor analığına: “Siz annesizliğimi bana bir gün hissettirmediniz. Nazarımda öz annemden farkınız yoktur ve mevkiiniz Valide Sultan mevkiidir. Sarayda da valide sultanlığın bütün hak ve salâhiyetlerine sahip olacaksınız. Fakat devlet işlerine müdahaleye kalkıp; şunun bunun himayesini üzerinize almaktan ve rütbe ve memuriyet heveslilerine delaletten kat’iyen çekinmenizi bilhassa rica ederim.” ***
Perestû Valide Sultan işte bu cümleler ile; bir cariyenin yükseleceği en yüksek makama batıdaki hemcinslerine muadil imparatoriçelik mevkiine; üstelik te gerçek evladı olmadığı halde yükselme onuru ve bahtına nail olmuştur... Ne ibretlidir ki; asırlar önce dört erkek evladı olması ve Şehzade Mustafa’yı onlar uğruna taht yolundan etmesine rağmen valide sultan olamamıştır Hürrem Sultan...
Abdulhamid’den sonra Osmanlı tahtına geçen iki kardeşi Sultan Mehmed Reşad ve Vahidedin’in anneleri onların hükümdarlığından önce vefat ettikleri için son valide sultanlık makamı Perestû Valide’nindir. Lakin bu ünvanla da pek anılmaz. “Mehd-i Ulyâ-yı Saltanat-ı Seniyye” olan resmi ünvânı, birtakım nişanlar ve imtiyazları dışında Abdulhamid’in evladlarının babaannesi ve bütün sarayın hürmetle ve içten gelen sevgiyle sahiplendikleri hanımefendisidir o..
Makamının gerektirdiği dirayeti haiz olmakla beraber harem idaresinde mizacının gereği hüsnü muameleyi esas tutuğunu, başta torunu Ayşe Osmanoğlu’nun hatıratı olmak üzere devrinin şahitleri sitayişle beyan ediyorlar. Böyle olmakla birlikte ya saray hayatının resmi hüviyetinden sıkıldığı için; belki de tadamadığı ve özlediği hürriyeti bir nebze yaşamak için veyahut da bütün makamlardan sıyrılmak arzusundan mı bilinmez hususî mülkü olan Maçka’daki Valide Sultan köşküne; oğlunun pek rızası olmasa da gizli gizli kaçıyor Perestû Valide. Nitekim son nefesini de burada verecektir. Eyüp Sultan’da medfundur. Bilinen hayratları ise 1891 yılında Topçubaşı Bali Süleyman Ağa adına yaptırdığı İstanbul Silivrikapı’daki Bala Tekkesi Çeşmesi ve Sapanca Uzunkum’daki camiidir...
Oğlu padişah; annesine olan hürmetini; sevap hanesi açık kalsın diye; Mecidiyeköy’de yaptırdığı camiiyle taçlandırır; ebedi dua vesilesi yapmak ister. Adını kazıtır taşlara böylece yaşatmak ister. Fakat o, “olmayanlar kraliçesi”dir dedik ya; bu kez de tarihi isimlere bigâne ve lakayd kalışımızın ibretli bir simgesi olarak mezkur camiide; ismi kullandığımız alfabeyle yazılışta yanlış geçer; “Pereste...”
Bundan sonra artık bize; “Aslı böyle olmamalıydı, hiç olmazsa ismini telâffuzdan bile aciz kalmamalıydık” demek ve hayırla yâd etmek düşer mahçubiyet içinde....
Not; (*), (**), (***) işaretli ifadeler Ayşe Osmanoğlu’nun; “Babam Sultan Abdülhamid” kitabından aynen iktibas edilmiştir...