Ülkemiz ağır bir adalet krizi geçirmektedir. Bu krize tek yanlı ve tek taraftan bakmak, o yandan ve taraftan bir görüş sağlar.
Bu görüşü esas alarak verilecek hükümler de izafi hükümler olacaktır. İçinde bulunduğumuz dâhili ve bölgesel süreç, bize olaya tek yandan bakma lüksünü vermiyor. Çünkü bu fitnenin kazananı yoktur. Her halükârda ülke kaybedecektir. Bu fitneye karışanlar, haksız da olsa, haklı da olsa haksızdır. Fitnenin bir cephesinde durmak zorunda değiliz.
Fitnenin yargı üzerinde temerküz etmesi çok manidardır. Çünkü bir yanda hukukun üstünlüğü ve yargı kararlarının bağlayıcılığı, öte yandan yargının bağımsızlık ve tarafsızlık güvencelerinin sağladığı zırh, tarafların yargı üzerinden kavgayı sürdürmelerine yol açmaktadır. 28 Şubat dönemini hatırlayalım. Darbeciler, vesayetlerini hukuk kılıfına sokmak için, yargıya brifing (yani emir ve talimat) vererek kullanmışlardı. Bütün icraatlarını, hukuksuz yargı kararlarına dayandırmışlardı. Yargı karar veriyor, kendileri de uyguluyordu. Yargı kararlarını yerine getirmek suç değil, bilâkis vazife idi. Darbecilerin elinde bir sopa haline gelen yargıdan mağdur olmayan vatandaş kaldı mı? Vesayetçi zihniyet, bütün kurumları ile devleti milletin hizmetinden çıkarmadı mı? Bir avuç darbeciyi, devlet formunda milletin başına belâ etmedi mi? Adaletin çivisini çıkarmadı mı?
Bağımsız ve tarafsız yargı sorununun ana sebeplerinden birisi, devletin bağımsız ve tarafsız olamaması, vesayet altında bulunmasıdır. Devletin bağımsızlığı sadece diğer devletlere karşı bağımsızlık değildir. Devletin tarafsızlığı ise, etnik, dinî ve siyasî anlamda bütün vatandaşlarına eşit mesafede olması ve hiçbir ayrım yapmaması keyfiyetidir. Devlet, bir resmî ideoloji veya bir müstebit kişi veya zümre ile özdeş hale gelmiş ise, milletin kurumlaşmış formu olamamış ise, böyle bir devletin bağımsızlığından ve tarafsızlığından bahsedilemez. Devlet, bu vesayet odağının iradesinin emrinde bir yapıya dönüşür. Kamu gücünü elinde tutan bu irade, aslında devlet değil, devlet formu kazanmış ideoloji, kişi veya zümre iradesidir. Böyle bir durumda, yargının bağımsızlığından ve tarafsızlığından da bahsedilemez. Böyle bir yapı icraatını yargı kurumu ile meşrûlaştırır. Dolayısıyla da yargı, adaletin değil, bu iradenin aracı haline gelir.
Bağımsız ve tarafsız olmayan bir yargı, vesayet güçlerinin iradesini hukuk kılıfına sokarak topluma dayatan bir mekanizmaya dönüşür. Meselâ, Divan-ı Harb-i Örfi’den İstiklâl Mahkemelerine, 27 Mayıs Mahkemesinden 12 Eylül ve 28 Şubat Yargısına kadar yakın tarihimizdeki yargı sistemi, ideolojik bir yargı olarak tarihe geçmiştir ve asla bağımsız ve tarafsız bir yargı keyfiyeti kazanamamıştır. Aynı şekilde Mısır’da yaşanan süreç de en nihayetinde yargı merkezli olarak gelişmektedir. Mısır’da yargı, devlet formu kazanmış Sisi’nin otoritesinin korunup kollanmasına ve sürekliliğine hizmet eden bir Sisi örgütüdür ve adaleti değil, Sisi’nin iradesini temsil etmektedir. Bu tür vesayetlerden bağımsız ve tarafsız olmayan bir devletin anayasası da, diğer mevzuatı da, adaleti tesis etmekten uzak olacaktır. Çünkü devlet formu kazanmış güçlü ve nüfuzlular, er ya da geç, toplumsal kurum ve mevzuatı kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirir, kendi varlıklarını ve otoritelerini geçerli kılan bir hukuk düzeni kurarlar. Yargı bağımsız ve tarafsız da olsa, objektif ve adil olmayan mevzuata göre hüküm vereceğinden, adaletin değil, sübjektif otorite ve çıkarların aracı olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.
Yargının objektif bağımsızlık ve tarafsızlığı, öncelikle hâkimlerin bir kişi, makam ve kurumdan emir, talimat almasını, endişe duymasını böylece salt adalet duygusu ile hareketini engelleyecek, meslekî anayasal ve yasal güvencelerle ilgilidir. İkinci olarak da, uygulayacağı kanunların objektifliği ile ilgilidir. Çünkü kanunlar objektif ve adil değil ise, kanunlarla bağlı olan hâkimler de kararlarında adil olamayacaklardır. Yine, yargının insan unsuru olan hâkimler, kendi ideolojik yapısından ve ait olduğu kimlikten bağımsız olarak, salt adalet adına tutum alamıyorsa, artık hâkimlik sıfatını kaybetmiş demektir. Hâkimlik unvanı vardır, ancak hâkimlik vasfı yoktur. Bu durum, hâkimlerin sübjektif bağımsızlığı ile alakalıdır. Sübjektif sebeplerden biri ile bağımsız ve tarafsız bir tutum alamayan hâkim, herkes için nihaî hak arama kapısı olan yargıyı temsil edemez. İçinden geçmekte olduğumuz süreçte, yargıya olan güven hiçbir dönemde olmadığı kadar sarsılmış bulunmaktadır. Bunda da bağımsız ve tarafsız bir tutum alamayan hâkimler ağır sorumluluk altında bulunmaktadır.
Ülkemiz yüz yıllık bir resmî ideolojiye göreli bir süreçten geçmiştir. Bu süreçte, anayasa, kanunlar ve bürokrasi resmî ideoloji kalıbında şekillenmiştir. Mevzuatı tamamen resmî ideoloji bağlamında üretilen, hukuk diploması resmî ideolojiye bağlılık ve taraf olma yemini yaptırılarak verilen bir ülkede yaşıyoruz. Resmî ideolojiye göre yapılandırılmış, dolayısıyla bu doğrultuda vesayet edilen, bağımsız ve tarafsız olmayan bir devlet söz konusu. Resmî ideoloji, yüz yıllık bir süreçte, devlet ve kurumlarını savunulacak veya fethedilecek bir kale haline getirmiştir. Ancak ne birileri Fatih ve ne de ötekileri Akşemsettin olmayı başaramamıştır. Kale içinde kaleler icad etmişler ve politik bir iç savaşın aktörleri haline gelmişlerdir. Mesele, yargıya siyasî veya paralel müdahale olarak tanımlanacak kadar basit değildir. Mısır ve Suriye tipi bir iç çatışma çıkaramayanlar, çareyi politik iç savaşta bulmuşlardır. Bu ateşi yargıdan başlayarak bütün devlet kurumlarına sıçratmaya ve bütün ülkeyi tutuşturmaya çalışmaktadırlar. Aradan sıyrılıp çıkanlara dikkat edin. Bu fitne ateşinin arkasında hangi irade olduğunu göreceksiniz.