Toplum hayatı, farklılıkların mevcudiyeti ile ayakta duran bir tabiata sahiptir. Farklılıklar arttıkça, toplum hayatının ihtiyaçlarını karşılayacak meslek ve meşrepler de çeşitlenmektedir.
Toplumbilim, farklılıkları bütünleyici özelliğe kavuşturmada, en genel kimlik değerlerinden beslenen bir dayanışma sistemine dikkat çeker. Bu genel kimlik ve bu kimliğin genel değerleri ortadan kalktığında, toplumsal çözülme başlar ve farklılıklar menfi anlamlar kazanmaya başlar. İslâm dünyası bu anlamda genel bir kimlikten ve genel değerler sisteminden yoksun mudur ki, günümüzdeki menfi farklılıklar arenasına dönüşmüştür?
Bediüzzaman sözünü ettiğimiz “dayanışma” kavramını iki boyutta ele almıştır: Maksatta ittihad ve meslek ve meşreplerde ittifak… Dayanışma, ittihad ve ittifak ile gerçekleştiği gibi, ihtilâf ile de ortadan kalkmaktadır. Bu sebeple, Bediüzzaman İslâm’ın üç düşmanından birisi olarak ihtilâfı tesbit etmiştir. Diğer iki düşman, cehalet ve zarurettir. İslâm dünyası bu üç düşmanın sarmalı altında dayanışmasını yitirmiştir. İslâm dünyasının bütün problemlerinin çözümünün ön şartı, ihtilâf problemini aşmasında düğümlenmektedir. Mukadderat-ı İslâm’ın bu derece bağlı bulunduğu dayanışmanın temelindeki ittihad ve ittifakı nasıl tesis edeceğiz? Öncelikle sağlıklı bir problem tanımlaması yapılmalıdır.
Bediüzzaman, bu problemi tek kelime ile tanımlamıştır: İhtilâf… Ve çözümü de tek kelime ile tanımlamıştır: İttihad ve ittifak… Bu kavramları İhlâs ve Uhuvvet Risalelerinde ve Risale-i Nur’un bütününde tafsil etmiştir. Kısaca hastalık teşhis edilmiş, reçete yazılmıştır. İhlâs ve Uhuvvet Risalesinin temel kavramları “İttihad” ve “İttifak”tır. Dolayısıyla maksatta ittihadın ve mezhep, meslek ve meşreplerin ittifakının esaslarını cami bu Risalelere “İttihad ve İttifak Risalesi”dir diyebiliriz.
İslâm dünyasındaki gittikçe şiddetlenen olaylara, uluslar arası ilişkilerin siyasî, askerî, ekonomik ve felsefi dinamikleri bağlamında gerçekleşen yüz yıllık geçmişe ve gerçekleştirilmek istenen yüz yıllık geleceğe bakılarak bir anlam verilebilir. Şu günler ve önümüzdeki üç-beş yıllık süreç, İslâm bölgesindeki aktörlerin çeşitliliği oranında anlamlar yüklenen bir zaman dilimidir. Her aktör, bu zaman diliminin kendi iradesi doğrultusunda bir anlam kazanmasını gözeten pozisyonlar almaktadır. Meselâ, İslâm bölgesinin ekonomik kaynakları ve toplumu üzerinde kurulu hegemonik statükonun yenilenmesi veya yeni bir hegemonik statüko oluşturulması iradesini düşünelim. Yaşanan olaylar ile bu iradeyi ilişkilendirelim. Bu olaylara bir Arap Baharı anlamı yüklemek mümkün mü? Veya bir ittihad-ı İslâm süreci anlamı yükleyebilir miyiz?
İslâm dünyasında cereyan eden olaylara baktığımızda, bu olayların altında ittihad ve ittifak olgusunun bulunduğu görülecektir. İslâm dünyasının durumuna sadece olay boyutundan bakılarak bu olgu ortaya konulamaz. Bu olgu, yaşanan olayların geçmiş ve gelecek boyutu bir bütün olarak ele alınarak anlamlandırılmalıdır. Öncelikle, bu gün yaşanan bir olay, geçmişten beri süregelen ve geleceğe de nüfuz etmek isteyen bir iradeden bağımsız değildir. Her olayın arkasında bir irade vardır. Her olayın bu iradenin öngördüğü bir fonksiyonu vardır. Olaylar tek veya iki aktörlü olaylar da değildir. Çok aktörlü, dolayısıyla ittifak veya ihtilâf eden iradelerin etkileşimi ile ortaya çıkmaktadır.
Elbette tabiî çözüm, yerel halk iradesinin ve değerlerinin kurumlaşmasından ibarettir. Halkın iradesinden meşrûiyet almayan yönetimlere karşı halkın iradesini temsil eden muhalefet meşrûdur. İslâm dünyasındaki yönetimlerin, uluslar arası güçlerden değil, halktan meşrûiyet alması, küresel sistemin bir uzantısı olan, dış güçlerin iradesini, gücünü ve çıkarlarını temsil eden iktidarların yerini, kendi halkının iradesini, değerlerini, gücünü ve çıkarlarını temsil edecek yönetimlerin alması kadar tabiî bir şey olamaz. Demokratik standartlara göre sorunu tanımladığımızda, sorun meşrû olmayan yerel iktidarlar ile halk iradesi arasında bir sorundur. Güya çözüm de, nihaî planda iktidarların demokratik açılıma razı olmaları ve belli bir takvim kapsamında değişimi kabullenmeleridir. Güya, demokratik değerler ve temel hak ve özgürlükler konusunda zirveye ulaşmış bir Batı dünyası var. Ve bu dünyanın kendi iradesini yönetime taşımak isteyen Ortadoğu halklarının arkasında yer alması, uygulayacağı siyasî ve ekonomik yaptırımlarla, mahalli iktidarları demokratik açılımlara zorlaması ve sandıktan çıkacak değişime razı etmesi, savunduğu ve temsil ettiğini iddia ettiği değerlerin bir gereği… Ama gerçeklerin bu ideal varsayımlarla uzaktan yakından bir ilgisi bulunmuyor. İslâm dünyası, tam bir çifte standart ile karşı karşıya bulunuyor.
Gelişen olayların geçmiş yüz yıllık Sykes-Pickot düzeni ile gelecek yüz yıllık BOP düzeni bağlamında gerçekleştiğini görmemek için muzaaf bir safdil olmak gerekiyor. Evet, İslâm dünyasındaki olaylar, menfi aktörlerin ittihad ve ittifakının, müsbet aktörlerin ise ihtilâfının oluşturduğu bir yatak içinde akıyor. Kısaca, içinde bulunduğumuz ihtilâflar, kişiler arasından, cemaatler arasına, cemaatler arasından ülkeye ve ülkeler arasından İslâm coğrafyasının bütününe yayılıyor. İhtilâfın günahı, İslâm dünyasını alev alev yakıyor.