Risale-i Nur tefsirinin mahiyetini, tarihçesini ve İslâm dünyasındaki yankılarını bilenler, maksadımızı daha kolay anlayacaklardır.
Bu eser külliyatının ilk kitabının, Osmanlı Meşihatı’nın oluru ve Harbiye Nezareti’nin teşebbüsüyle Osmanlı Askerî Matbaasında basılmış İşârâtü’l-İ’caz olduğunu çoğu münevverlerimiz maalesef bilemiyorlar.
Birinci Dünya Savaşı’nda, cephede at üzerinde Ruslarla savaşırken yazdığı bu kitabı, materyalist dinsiz felsefenin kızıl bir alev gibi Avrupa’dan İslâm coğrafyasına sıçradığı günlerde, hâlin vahametini anlayan merhum şehid Enver Paşa, bizzat kâğıt masrafını ödeyip eseri, Osmanlının devlet olarak irtibat içinde olduğu noktalara dağıtacaktı. Bediüzzaman Darü’l-Hikmet azası iken de, yaklaşık on iki kitabını matbaalarda bastırıp meccanen dağıtacaktı. Yani Diyanet’imizin Risale-i Nur’u neşretmesi yeni bir hadise değildir. Kemalizm ile başlayan yirmi sekiz senelik mutlak istibdat, Osmanlı’yı temsil eden Bediüzzaman’ın tefsirini geciktirmişti.
Bediüzzaman’ın; Abdulkadir Geylânî, Bahaddin Nakşibendî, İmam-ı Rabbanî, Mevlana Halid ve Celâleddin-i Rûmî gibi, bu coğrafyayı fikren besleyip nurlandıran büyük bir âlim oluşunda, ne Doğu’nun ne de Batı’nın itirazı yok. Gel gör ki, diğer âlimleri bir tarafa bırakarak Bediüzzaman’a hücum eden din ve ahlâk karşıtlarının tutumları, Diyanet’te vazifeli olan hamiyetli âlimleri pek çok zaman harekete geçirmiş olsa da, dahildeki Kemalistler, masonların da yardımlarıyla müsbet teşebbüsleri hep engelleye geldi. Diyanet’imizin 1945’lerden sonraki bu teşebbüslerinin hikâyesi de inşaallah yazılacaktır. Mânianın kişisel olmayıp şahs-ı manevîlerle mütemadiyen inşa edildiği; Bediüzzaman’a gönül vermiş siyasetçilerin, âlimlerin ve bürokratların itiraflarıyla da ortaya çıkmıştır. Tahsin Banguoğlu gibi dil âlimleri, Merhum Menderes ve çevresindeki Bediüzzaman dostları, Al Fuad Başgil gibi Batı medeniyetini kökleriyle bilen hukuk âlimleri, birçok zamanlar bu menhus ruhtan bahsedeceklerdi.
Çok partili sisteme geçildiği 1950 seçimlerinin ardından, Said Nursî, Mustafa Sungur gibi bazı talebelerini hükümet merkezi Ankara’ya göndermişti. Onlar; bazı mebuslarla, Diyanet Reisiyle, Yüksek İstişare Kurulu heyetinin üyeleri ve bazı bürokratlarla görüşerek; Risale-i Nur’un önündeki neşir engelini kaldırmaya çalışmışlardı. Bu gayretleri bize haber veren bir mektubu, mevzuun anlaşılması için takdim edelim.
“Mübarek, makbul, kıymetli mektubunuzu Diyanet Riyaseti Başkanı Ahmed Hamdi Efendi’ye teslim ettik. Sevinçler içinde mübarek mecmua ve Nur’ları kendi hususî kütüphanesine koydu. ‘İnşaallah bunları kendi öz ve has kardeşlerime okumak için vereceğim ve bu suretle tedricî tedricî neşrine çalışacağız’ dedi.
Çok sevgili Üstadım Efendim,
Mübarek mektubunuzdaki emirlerinizi yapacağını söyledi. ‘Fakat şimdi hemen birdenbire bunların neşri olmaz. Ben bu eserleri has kardeşlerime okutturup meraklılara göre ileride neşrederiz.’ İnşaallah tam ve parlak şekilde ileride neşrine çalışacağını söyledi.
Sungur” (Emirdağ Lâhikası, s. 256.)
Burada, münafık Kemalistlerin İslâm’a karşı başarılı oldukları hususu da arzedelim. Türkiye kamuoyunu mütemadiyen yalanlarla, iftiralarla ve itibarsızlaştırmalarla müşevveş etmede başarılı oldular. Dinî cemaatlerin arasına soktukları rüşvet, rekabet, iğfal ve kıskançlıklarla Nur talebelerini yalnızlığa mahkum ettiler. Elbette bu hep böyle olmadı. İhtilallerden istifade ile bu “menhus ruh” zaman zaman ileri gitti. Ve 12 Eylül projesinin de en büyük hedefi, Türk gençliğini Risale-i Nur’dan koparmaktı. Bu ifademizin altını dolduracak yüzlerce bilgi ve belgeyi, Yeni Asya’ya müracaat edenlere verebiliriz.
Bediüzzaman, Risale-i Nur’un Kur’ân’ın malı olduğunu ve kendisinin de onun talebesi olduğunu söylerken, dindeki tecdidi ortaya koyuyordu. Kur’ân’ın malı olan, elbette ki bin senelik Kur’ân bayraktarının malı olacaktı. Onu 1925 Şeyh Said Piranî hadisesiyle, maksatlı olarak iltisaklı gösterenler, Said Nursî’yi Batı’daki Türklerin arasına menfa ile cezalandıracaklardı. Burdur, İsparta, Eskişehir, Kastamonu, Denizli ve Afyon gibi; kahir ekseriyeti Türk olan halkın arasında eriyip kaybolmasını bekleyen Kemalistleri en çok şaşırtan şey ise, buradaki insanların fevc fevc Nurlar’a talebe olup bu tefsiri el ile altı yüz bin nüsha kadar ülkeye neşretmeleri olacaktı.
Kemalistlerin Kürt olarak suçladıkları Said Nursî’ye Türk milleti sahip çıkmıştı. Türkiye demokrasi ile idare edilmiş olsaydı, en azından 1956’da olduğu gibi ülkenin başbakanı ve bakanları milletin çocukları için bu tefsirin imdadına koşacaklardı.
Devam edelim, inşaallah…