Tarihte devamlılık esastır.
Şahs-ı manevîye dönüşmüş devletlerde de devamlılık genel bir esastır. Şeyhülislâmlıktan Meşihat’a ve oradan da Diyanet İşleri Teşkilâtına dönüşen bu ilmî ve dinî kurumda da devamlılık, varlığının gereği olacaksa; Bediüzzaman ve onu temsil eden Risale-i Nur Külliyatı, Diyanetimizin fıtrî bir temsilcisi sayılır. Okuyucularımız bu malum hakikatin tekrarının hikmetini soracaklardır.
Devletimizin demokrasi yolunda, global müstebit cereyanların tuzağına düşerek hedefine gecikmesi, devletin uzuvları niteliğindeki teşkilâtlarda da sıkıntıya sebep oluyor. Bazen hırsızların patırtı-gürültüleriyle ev sahiplerini bastırdıklarına şahit oluyoruz. Millet iradesini, bin senelik tarihi, vatanın tapusu hükmündeki gelenek ve şeairi yok sayarak; bu şehitler yurdunu, dinsizler ve ahlâksızlar yurdu olarak dünyaya göstermek isteyenlere karşı, bilinen hakikatleri yüksek sesle tekrarlamakta fayda görüyoruz.
Diyanetimizin ismi henüz Meşihat iken, hilâfetin hükmünün geçtiği İslâm coğrafyasında, Bediüzzaman için “zamanın âlimi” denildiğine göre, başlığımızdaki hükmün doğruluğunda kimsenin şüphesi olmamalı. Osmanlı şeyhülislâmlarının, büyük dersiamlarının; Mehmet Akif, Ali Rıza, Ferid Kam ve Babanzade gibi büyük âlimlerinin “Bediüzzaman” dediği bir şahsiyetin bazı insanlarca tenkit edilmesi onların cehaletini gösterir. Yalnızca dâhildeki ulemadan bahsetmiyoruz. Mısır’da Abdülaziz Çaviş ve Seyyid Kutub, Pakistan’da Ali Ekber Şah... Bunların yanında Şam-ı Şerif ve Hicaz ulemasının kendisini hürmetle yâdettiği bir Bediüzzaman’dan bahsediyoruz. İngiliz’in işgaliyle Ankara’ya taşınan İlk Meclis’in şeref misafiri Bediüzzaman’ı; bazı din düşmanı münafıklarla, Hz. Ali’nin zemmine mazhar olmuş bir kısım ulemaü’s-sû’ inkâra yeltenmişlerse de, onun Diyanet camiamızın fıtrî temsilcisi olduğunu zamanındaki bütün otoriteler kabul etmişlerdir. Hatta bu kabulün fıtrî bir neticesidir ki, Türk milletinin büyük sevgisine mazhar olmuş Demokratlar onu Diyanet Riyasetindeki başkanlık koltuğuna davet edeceklerdi.
“...Ankara’da dindar Ahrarların kongresinde beni Diyanet Riyaseti dairesinde bir vazife ile tavzif etmeyi hararetle istemelerine ve Medresetü’z-Zehranın Nur Talebelerini, bu meselede bana kabul ettirmekte vasıta yapmalarına karşı derim:
O toplantıda bu teklifi yapan meb’uslara ve dindar arkadaşlarına çok teşekkür ve çok selâm ve muvaffakiyetlerine çok dua ederiz. Fakat ben ziyade zayıf ve şiddetli hasta ve ihtiyar ve kabir kapısında ve perişan olduğumdan, o kudsî vazifeyi yapmaya iktidarım olmamasından, benim yerimde Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi, benim bedelime Nur Şakirtlerinin has ve hâlis ve İslâmiyetin hakikî fedakârlıklarının şahsiyet-i maneviyesi, o kudsî vazifeyi şimdiye kadar gayr-ı resmî perde altında yaptıkları gibi, inşaallah resmî bir surette dahi yapabilecekler. Onlara havale ederiz...” (Emirdağ Lâhikası s. 426.)
İşte bu gerçekleri nazarda tutan bütün Nur Talebeleri, kendilerini bu teşkilâtın fahri üyeleri olarak bilirler. Bütün dinî meselelerde, fetvalarda, takvimlerde ve kanaatlerde Diyanet’i esas alırlar. Bu teşkilâtın resmî mensubu olan bütün vazifelilere büyük kıymet verirler. 1960’ların sonundan bugüne kadar, takip edebildiğim bütün teşkilat başkanları ve resmî temsilcileri, ekseriyetle Risale-i Nur’un lehinde bulunmuşlar ve mahkemelere onlarca müsbet bilirkişi raporları göndermişlerdir.
Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur Talebelerini bu camiadan uzak göstererek, haricî cereyanlar ve Kemalizm adına bid’alarla Diyanet üzerinden Müslümanlara hücum edenlerdeki Said Nursî hazımsızlığını biliyoruz. Fakat bu tuzağa, dindar nesiller yetiştireceğini söyleyen hükümetler ve yetkililer daha fazla dikkat etmeliler, kanaatindeyiz. Dindar nesillerin yetişmesi ancak Kur’ân ve Sünnet’in, zamanımızın ihtiyaç ve telâkkisiyle hayata aktarılmasıyla mümkündür. Bu ise ancak Risale-i Nur ile gerçekleşir.
Risale-i Nur’u, zamanın problemleri için yegâne çıkış olarak zikretmemiz asılsız bir iddia değildir. Eğitim, ahlâk, sosyoloji, felsefe, tarih, sağlık, pedagoji ve siyaset gibi birinci derecede insanı ilgilendiren ilimlerin âlimleriyle yapılacak meşveretler neticesinde bu sonuçla karşılaşacağımızı bildiğimizden, Risale-i Nurların yegâne çare olduğunu rahatlıkla söylüyoruz. Hem Amerika ve Avrupa üniversitelerindekiler hem de İslâm dünyasının önde gelen ilim merkezlerindeki araştırmaları tedkik edenler, asılsız bir iddiada değil; delillerle bir ispatta bulunduğumuzu göreceklerdir.
İnşaallah devam edeceğiz…