''Yiğit düştüğü yerden kalkar.'' deriz de, düştüğü yeri bilemeyiz.
Katil asla varis olamaz deriz de, miras davasında bulunan katillerle iş tutarız.
“Zamanımızda küreselleşmenin kaideleri geçerlidir.” deriz de, klasik eski zamanların bireysellikleriyle demokrasi arayışına gireriz.
“Bütün ihtilâllere karşıyız.” deriz de, Türkiye demokrasisini tahrip edenlerin resimleri altındaki koltuklarda oturarak demokrasi davası güderiz…
Bütün bunların yanlışlıklarına inananlar, demokrasimizi cinayetlerle yok etmeye çalışmış bir ihtilâlin yıldönümünde, pratikte o ihtilâlcilerin koydukları kurallarla yola devam ediyorlarsa, bu, cehaletin demokrasimizi tutsak aldığı manasına gelmez mi?
Konuyu biraz daha açalım. Son zamanların en büyük hastalığı olan “unutkanlık”la, babalarımızdan kalan köyü, geleneği, arazileri, arsaları, ocakları ve kabristanları talan etmiş bir düşmanın kırk dört sene önce işlediği cinayetlerden dolayı haklarını arayanlara, “Yahu neden kırk küsur sene önceki zamana takılıp kalıyorsun.” demek, insana en büyük ihanet, hak gaspı ve zulüm sayılmaz mı? İnsanlara karşı yapılan haksızlıklar için, zaman aşımı diye bir şey yoktur. Eğer olsaydı, mazlumlar dört gözle Mahkeme-i Kübra’yı beklemezlerdi. Hâlbuki, kırk dört sene önce milletimizin iradesine, hukukuna, iffetine, inançlarına ve demokrasisine karşı işlenen cinayetlerin failleri kurumsal olarak ortada dolaşıyorlar. Bu cinayetlerin global bir Marksizm projesi dahilinde, ülkemizde nasıl hazırlandığına ve kimler aracılığıyla işlendiğine dair yüzlerce kitap, makale ve yaşayan şahitlerimiz var… Bu dehşetli istibdat ve talan projesinin yüklenicileri olmuş ANAP ile AKP saflarında siyaset yapmış olanlar, elbette cemaziyelevvellerinin bilinmesini istemediklerinden, bu korkunç geçmişlerinin ortaya açılıp saçılmaması için daima karşı duracaklardır. Fakat “Bu milletin hukuku, refahı, geleceği, istiklâliyeti, hürriyet ve demokrasisi için çalışacağım.” diyerek muhalefet saflarında siyasete atılmış olanların, ihtilâllere ve cinayetlere bulaşmışlarla iş birliği yapmaları, sağlıklı düşüneceklerin işi olamaz, değil mi?
Siyasetin hem iktidar hem de muhalefet kanadına 12 Eylül ile ilgili bir soru sorsanız, 12 Eylül’ü elbette birlikte lânetleyeceklerdir. İşte bu hakikat için diyoruz ki, 12 Eylül İhtilâli’nin bütün unsurlarını, kanunlarını, kazanımlarını, global anlaşmalarını, nahak yere yaptığı değişikliklerini, siyasi üslubunu, rüşvetlerini ve her gün önümüze “kurtuluş reçeteleri” şekliyle getirilen projelerini tamamen reddetmeyenler, temelde 12 Eylül’e itiraz etmemiş oluyorlar. O projenin ardiyesinde, onun sağladığı imkân ve edevatla demokrasiye çalıştıklarını iddia edenler, bilerek veya bilmeyerek yalan söylüyorlar, diyoruz. Redd-i miras bütünlük arz eder. Bir kısmını kabul eden, mirasın yekununa sahip çıkmış demektir. Bu yazımızda, mevcut iktidara karşı muhalefet iddiasındaki siyasetçilerimizi, iktidarı beğenmeyen yüksek bürokratlarımızı, yargıdaki dehşetli cinayetleri ve hukuksuzlukları bilen yüksek yargı mensuplarımızı, hayatlarını insanların faydası için ilme sarf etmiş ahlâklı ve insaflı akademisyenlerimizi ve milli birlik-beraberliğimize zarar gelmesin diye sessiz kalan paşalarımızı, kırk dört sene sonra bir murakabeye, iç muhasebeye ve –inananlar için– Mahkeme-i Kübra’ya gittiklerinde, “Ben üzerime düşeni söyledim ve yaptım.” demeye davet ediyoruz.
Millî devletlerin tek başlarına karşı durmakta zorlandıkları bu global sivil Marksist projenin geçmişte anlaşılması kolay değildi. Komünizmin zulmünden kaçan çoğu ‘millet devlet’ler, kendilerine yardım elini uzatan sivil Marksistleri nereden tanıyacaklardı? Ülkemiz de aldananlar arasındaydı. Projenin özünde “multi-kulti” olduğu halde, Özal ve ekibi “Türk-İslâm sentezi” logosu altında sahneye çıkacaklardı. Ve sonra; ülkenin sermayesini, özelleştirme perdesi altında globalcilere aktarmaya başlayacaklardı. Küresel sivil Marksistlerin 1970’lerden bu yana üzerinde çalıştıkları “Pazar Ekonomisi” ile kontrolleri altındaki bir kısım organizeli kapital ile millî ülkelerin mallarını kelepir fiyatına alırlarken, yedeklerindeki ülkelerin ekonomilerinin başına da, Dünya Bankası bünyesinde yetiştirdikleri Turgut Özal’ı, Kemal Derviş’i ve daha birçok teknokratı atayacaklardı.
Bu kırk küsur senelik projenin herhangi bir yerinde vazife almış siyasetçilerle demokrasi arayışına giren muhalefete, haklı olarak millet güvenmiyor. Enternasyonal Marksizm’den kaçarlarken Londra’daki sivil globalci Marksist Popper’ı ve Hayek’i liberal gören muhalefetin genç dimağları, yollarının tekrar Marksizm çöplüğüne çıkacağını nereden bilsinler ki…