"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

‘Hum zamiri’ ve Bediüzzaman’da hum zamirinin serencamı - 1

Samet DEMİR
09 Ağustos 2024, Cuma 13:42
“Müsavatsız adalet adalet değildir.” (Bediüzzaman)

ARAŞTIRMA - Samet DEMİR

Kur’an, yönetim hususunda bir rejimi öngörmez. Ancak, her hangi bir rejimin sahip olması gerekli olanları ve vaz geçilmezleri -adalet, liyakat, Şûrâ gibi- sayar. Bunlardan biri de yönetim şeklinin istişareye dayanmasıdır.

Kur’an bu hususta Âl-i İmrân sûresinin 159 ayetinde ve Şûrâ sûresinin 38 ayetinde istişareyi emretmektedir.1 Ancak, meşveret kimlerle yapılacaktır? Kur’an’daki hum (onlar) zamirine kimler dahildir veya kimler hariçtir? 

Söz gelimi toplumların ötekileri olan gayrimüslimler buna dahil midir? Mesela Sünnilerin hakim ve çoğunlukta bulunduğu bir toplumda Alevîler ile istişare edilmesi gerekli midir? Buna benzer bir dizi soru sorabiliriz. Aslında hum (onlar) zamiri tartışmaları, basit bir gramer tartışmasının çok ötesinde bir şeydir. İktidarlar kendileriyle danışılması gerekli olan kesimleri nasıl algılamışlardır? Çalışmamızda bu soruların cevaplarını arayacağız. 

Anayasa hareketleri

Osmanlı’da anayasa hareketleriyle beraber yönetime katılma tartışmaları önemli bir yer tutmuştur. Özellikle gayrimüslimlerin yönetime katılmaları ve karar alma mekanizmalarında yer alıp almamaları hususu çok tartışılmıştır.

18 ve 19. Yüzyıldan itibaren dünyada iktidarların halk yığınlarına dayanması hususu genel kabul görmeye başlamıştır. Bu halk yığınlarının yönetime katılmaları ve yönetimde söz sahibi olmaları fikri gelişme göstermiştir.

Osmanlı yönetimi de bu zamanın ruhuna karşı bigane kalmamış ve bunun için bir anayasa metni olarak 1876 tarihli anayasasını yürürlüğe koymuştur.

Ancak, halkın yönetime katılma taleplerine taraftar olanların yanı sıra ciddi şekilde karşı çıkanlar da olmuştur. Halkın, hiçbir ayırım yapılmadan yönetime katılması düşüncesi büyük zararlar doğuracağı gerekçesiyle ciddi taraftar bulmuştur. 

Bilindiği üzere bizde anayasa hareketleri çok eskilere kadar götürülür. 1808 tarihli Sened-i ittifak, 1215 tarihli Magna Carta Libertatum ile kıyaslanır. Ancak, aradaki 600 yıllık bir gecikmeyi hesaba katmak gerekir. Esas olarak anayasa hareketleri 1839 Tanzimat Fermanıyla başlamıştır denilebilir. 

Bütün bunlardan sonra 1876 tarihinde Anayasa ilan edilmiş, meşruti monarşinin temeli atılmış, yine de padişaha büyük yetkiler verilmiştir. 1876 Anayasası özellikle II. Meşrutiyet döneminde ciddi revizyonlara tabi tutulmuş, padişahın bir çok yetkisi ciddi şekilde sınırlandırılmıştır.  

Üzerinde çok tartışmaların yapıldığı bir anayasanın ilanının o tarih itibariyle önemli bir gelişme olduğunu kabul etmek gerekir. Aynı tarihlerde Çarlık Rusya’sının mutlak monarşiyle yönetiliyor olmasına nazaran; Osmanlı’nın kör topal da olsa, meşruti monarşisi önemli bir adım olarak kabul edilmek gerekir.

Özgürlük sözlerini unutma tarihi...

Geç Osmanlı döneminden itibaren Türkiye’nin siyasi tarihine bakacak olursak; verilen özgürlük sözlerini unutmanın tarihi olarak görülebilir. 1876 yılında ilan edilen anayasadan itibaren geçen yüz elli yılı aşkın bir zaman içerisinde bazı konular çok tartışılmıştır. 

Devamlı olarak farklı tonlar içinde uzlaşma, çoğulculuk veya çoğunlukçuluk tartışmaları, adalet ve hukuk, siyasi yönetim olarak adem-i merkeziyetçilik, daha çok özgürlük ve liberallik tartışıla gelmiştir. Bütün bunları vaad ederek iş başına geçenlerin ise; kısa bir zaman sonra vaadlerini unutarak, özgürlükçü değil güvenlikçi politikalar ürettikleri acı bir gerçektir.

Maalesef siyasi tarihimizde dünün mazlumlarının, bugünün zalimleri haline gelmelerini çokça görebilmek mümkündür. 

Fransız ihtilalinden sonra, buna paralel olarak imparatorluklar dağılma sürecine girmiş, yaşanan problemlere çözüm aramak üzere çeşitli alternatifler tartışılmıştır. Fransız İhtilali’yle gelişen milliyetçilik hareketleri sonrası, Osmanlı devletinde, Yunanistan bağımsızlığını ilan etmiş, daha sonra Bosna Hersek dahil olmak üzere Balkanların önemli bir kısmı Osmanlı yönetiminden ayrılmışlardır. 

18.Yüzyıldan itibaren Osmanlının toprak kaybetmesiyle beraber, imparatorluğun içinde bulunduğu ekonomik çıkmazlar ve bunun sonucu olarak Batı karşısında ekonomik yenilgiler başgösterdi. 

Aynı zamanda Batı’da gelişen milliyetçilik hareketlerinin Osmanlıya sıçraması üzerine, Gayrimüslimlerin ayrılıkçı faaliyetleri karşısında Osmanlı yönetici eliti çare olarak yönetimi merkezileştirme politikaları geliştirdiler. 

Fakat bu merkezileştirme siyaseti sadece idari yapılanmalarla sınırlı kalmadı, aynı zamanda İmparatorluğu oluşturan farklı din, dil, kültür ve etnik toplulukları homojenleştirme politikaları da eşlik etti. 

Aslında Tek parti dönemi politikaları da büyük oranda bu siyasetin radikal bir şekilde uygulanmasından ibarettir. 

Anayasal vatandaşlık

Ayrılmaları önlemek için Osmanlı aydınları ve siyaset adamları da, Osmanlı üst kimliği etrafında bir birlik oluşturmaya gayret etmişlerdir. Osmanlıda yaşayan bütün herkes din ve ırk mülahaza etmeksizin Osmanlı olarak kabul edilmiştir.

Nitekim Kanun-i Esasinin 8. maddesinde “Devleti Osmaniye tabiyetinde bulunan efradın cümlesine her hangi din ve mezhepten olur ise, bila istisna Osmanlı tabir olunur” denilerek bu hususta anayasa ile vatandaşlık tanımı yapılmıştır. Bunun neticesinde ise doğal olarak yönetime kimlerin katılabileceği gündeme gelmiştir. 

Yönetime katılma talepleri bakımından tartışmaların büyük bir kısmı gayrimüslimlerin söz hakkıyla ilgili olarak yaşanmıştır. Aynı zamanda bütün Müslümanların da yönetime katılıp katılamayacağı meseleleri ciddi olarak tartışılmıştır. 

“Hum/ onlar” kim?

Ancak, en büyük reaksiyon gayrimüslimlerin yönetimle ilişkilerini ve söz haklarının ne olacağı hususunda yaşanmıştır. Cemil Oktay’ın da belirttiği gibi, Kur’an’ı Kerim’de ‘işleri istişare yolu ile yürütmeyi’ emreden iki ayette geçen “hum/onlar”ın kim olduğu hususu  anayasanın ilanından sonra bir gramer tartışmasına dönüşmüştür. 

Hemen belirtmek gerekir ki, tartışmaların tarafını teşkil eden klasik İslam ulemasının kahir ekseriyeti, ‘hum’ zamirine sadece Müslümanların girdiğini ve gayrimüslimlerin yönetimde söz haklarının bulunmadığı fikrini savunmuşlardır. 

‘Hum’ zamiri tartışmaları

Bu alimlere göre, Âl-i Îmrân sûresinin 159. ayetinde “Yapacağın işlerde onlara da danış” hükmü gereğince meşveretin emrolunduğu ve ayrıca Şûrâ sûresinin 38. ayetinde yer alan “İşlerini aralarında danışarak çözerler” ifadelerinde geçen onlar anlamındaki ‘hum’ zamiri özellikle Müslümanlara racidir. 

Gayrimüslimlerle istişare etmek veya onların görüşlerini yönetimde esas almak söz konusu olamaz. Çünkü, ayette belirtilen danışmaya ve şûrâya katılma hakkı sadece Müslümanlarındır. 

Bu görüşü savunanlara göre, Müslüman olmayanların mebus olarak seçilmeleri mümkün değildir. Bu onları ‘ehli hal ve akd’ olarak kabul etmek demektir ki; bu kabul edilemez. 

Ancak bu görüşler Osmanlı Meclis-i Mebusan seçimlerinde kabul görmemiş, hatırı sayılır miktarda gayrimüslim meclise mebus olarak girmiş ve yönetime katılarak görüşlerini beyan etmişlerdir. 

Yöneten ve yönetilen arasındaki sosyal bir sözleşme olan biat kavramı tartışmalarında, yönetilenlerin neredeyse yöneticiye kayıtsız ve şartsız tabi olması düşüncesi özellikle gayrimüslim teba açısından hiç tartışmasız kabul edilmiştir. 

Gayrimüslim cizyesini verecek, görevlerini yerine getirecek ve kendilerine verilen klasik haklarla yetinecektir. Yönetilene -özellikle de gayrimüslim ise- sadece itaat etmek düşer. 

Ayrıca belirtmek gerekir ki; ‘hum’ zamirine -o alimlere göre- Müslümanların bütünü de dahil değildi. Cahil olarak nitelenen büyük topluluk da, ‘hum’ içinde yerini çoğu zaman alamazdı. 

Oysa cehalet özür olamazdı.

Yönetim teknik bir konudur...

Bediüzzaman yönetimi ve yönetime katılıp meşverete dahil olmayı teknik bir konu olarak görür. Yönetimde veya yönetimin işlerinin tartışılmasında, meşveret edilmesinde gayrimüslimlerin de görüş ve düşüncelerinin muteber olduğunu ve olması gerektiğini ileri sürer. 

Osmanlı toplumunda genel olarak İslami kesim ve özellikle ulemanın “öteki” durumunda olan gayrimüslimlerin özgürlük taleplerine ve idari reform isteklerine  karşı çıkmaları  dikkate alındığında Bediüzzaman’ın düşünceleri üzerinde ciddi şekilde düşünmemiz gerekir. 

Bediüzzaman’ın “Ermeni vatandaşlarımızla bilkülliye umur-u dünyevide kardeşiz. Zira her vecihle birbirimize lazım ve melzum kabilindeniz. Fakat ben camiye gidip itikadım üzerine ibadetimi eda, o kilisede ibadet eder.” yaklaşımını başkalarında görebilmek pek mümkün değildir. 

Hukuk önünde eşitlik...

Bediüzzaman Müslüman olmayan milletlerle hukuksal eşitlik anlayışı içerisinde  siyasal hayatın  düzenlenmesi ve özgürlüklerinin tanınmasından yana tavır almıştır. 

“Meclis-i Mebusanda Hıristiyanlar, Yahudiler vardır; onların reylerinin şeriatta ne kıymeti vardır?” Şeklindeki soruya Bediüzzaman şöyle cevap verir:

Evvelâ: Meşverette hüküm ekserindir. Ekser ise, Müslümandır, altmıştan fazla ulemâdır. Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir. Demek, hâkim İslâmdır.

Sâniyen: Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte, san’atkâr bir Haço ve Berham’ın reyi mûteberdir; Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i Mebusandaki mesâlih-i siyasiye ve menâfi-i iktisâdiye dahi ekserî bu kâbilden olduğundan, reddetmemek lâzım gelir.

Ammâ ahkâm ve hukuk ise, zaten tebeddül etmez; tatbikat ve tercihâttır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Mebusların vazifesi, o ahkâm ve hukuku sû-i istimâl etmemek ve bazı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için bazı kanunları yapmak, etrâfına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olamaz; gidilse, intihardır. (Münazarat)

Bediüzzaman’ın yaklaşımları

Halkın kendine izafe ettiği cahillik ve “biz ehli ilmi taklit ederiz” şeklindeki mazeretlerine Bediüzzaman’ın Münazarat’taki yaklaşımı son derece ilginçtir:  “Sual: Nasıl anlayacağız? Biz câhiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz.

Cevap: Çendan (gerçi) câhilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir.”

Bu tartışmaların yapıldığı bir ortamda Bediüzzaman’ın ‘hum’ zamirine getirmiş olduğu yorum o günün şartları bağlamında düşünüldüğünde ileri bir noktayı temsil eder. 

Dipnot:

1- Âl-i İmrân Sûresi, 159: (“Febimâ rahmetin mina(A)llâhi linte lehum velev kunte fazzan galîza-lkalbi lenfaddû min havlik(e)(s) fa’fu ‘anhum vestagfir lehum veşâvirhum fî-l-emr(i)(s) fe-izâ ‘azemte fetevekkel ‘ala(A)llâh(i)(c) inna(A)llâhe yuhibbu-lmutevekkilîn(e). (Allah tarafından lutfedilen bir rahmet sâyesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, insanlar etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet, onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Karara bağlanacak işlerde onlarla istişâre et! Kesin kararını verince de, yalnız Allah’a güvenip dayan! Çünkü Allah, kendisine güvenip dayananları sever.)

Şûrâ Sûresi, 38: (Vellezîne-stecâbû lirabbihim ve ekâmû-ssalâte ve emruhum şûrâ beynehum ve mimmâ razeknâhum yunfikûn(e). Onlar Rablerinin çağrısına uyarlar ve namazı dosdoğru kılarlar. Aralarındaki işlerini istişâre ederek yürütürler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da Allah yolunda harcarlar.) https://www.kuranvemeali.com  

— DEVAMI YARIN —

Okunma Sayısı: 1597
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı