“Biz AB’ye girme sürecini devam ettirebilseydik, kendisinden kaçılan ülke değil, kendisine kaçılan ülkeye dönüşecektik ve kendi coğrafyamıza bu şekilde de örnek olabilecektik. Yine oluruz inşallah. Ama bu iktidarla değil.”
Şu soruyla açalım: Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesi ve daha doğrusu girmek için gayret etmesi meselesi neden mühim?
Birincisi:
AB üyesi ülkelerin ortalama kişi başı milli geliri 50 bin dolar civarında. (Almanya gibi lokomotif ülkelerde bu oran diğerlerine göre daha yüksek.)
Ama Türkiye’nin AB’ye giriş sebebi sadece bu değil ve olmamalı.
Esasen AB’nin bir tür “zenginler kulübü” gibi olmasının sebebi ekonomisi değil. O bir sonuç.
İkincisi:
Zenginliğin asıl sebebi ve dolayısıyla bizim AB’ye giriş arzumuzun asıl gerekçesi temel hak ve hürriyetler.
İşçi hakları ve bilhassa sendikalaşma ve toplu sözleşme-grev hakkı açısından da AB neredeyse dünyanın cenneti durumunda. Bu sebeple tüm dünyada “kendisine kaçılan ülkeler” oralarda.
AB ve üye devletler, vatandaşlarının sadece iktisadi haklarını korumakla yetinmiyor. Kişisel haklarını, sosyal haklarını ve siyasi haklarını da koruyor.
O ülkelerde rejimler yerleşmiş, demokrasiyi hazmetmiş. Yönetimler hesap veriyor ve kansız kinsiz el değiştirebiliyor. Cumhuriyetler gerçek demokratik cumhuriyet. Krallıklar sembolik yani demokratik krallık durumunda.
Üçüncüsü:
AB üyelik sürecinin yeniden canlanmasının bizim için asıl sebebi ise dünyanın ve insanlığın sonunu getirecek dehşetli bir üçüncü dünya savaşı projesinin alt yapısı durumunda olan “medeniyetler çatışması” riskine karşı “medeniyetler ittifakı”nı güçlendirecek olması.
Avrupa Birliği’nin İslam konusunda iddialı ülkesi İspanya ve o zamanlar AB’nin ciddi aday ülkesi olan Türkiye’nin öncülüğünde 2005 yılında kurulmuş olan ve daha sonra Birleşmiş Milletlerin bir alt örgütü haline gelen Medeniyetler İttifakı Girişimini unutmamalıyız.
Mİ’nin Avrupa’daki banisi ve hamisi, İspanya’nın eski Başbakanı Zapatero.
Bu girişimin buradaki banisi ise bu coğrafyanın merkez ülkesi Türkiye’de yirmi dört yıldır iktidarda olan AKP’nin lideri Erdoğan.
Ama aynı Erdoğan şimdilerde maalesef bu girişimin muharribi (tahrip edicisi).
17-25 Aralık 2013 ve bilhassa 15 Temmuz 2016 sonrasında, Ulusalcılar, “dinler arası diyalog bir terör örgütü projesidir” diyerek milleti de muhafazakâr entelektüelleri de korkutup kandırdı ve AB’yi, Avrupa’yı (ABD’yi) ve hatta topyekün Batıyı bir düşman kamp olarak göstermeyi başararak maksatlarına ulaştı.
Eskiden beri “Batı Kulübü” teraneleriyle Batıya topyekün düşmanmış gibi yapan toptancı Siyasal İslamcılar da bu dolmuşa kolaylıkla bindi.
Samimi muhafazakâr demokratlar ise Leyla ile Mecnun’un dostuna kıyıdan el sallayan İsmail Abi’si gibi AB’ye iştahla bakıp kalakaldı.
Hep yazıyoruz:
Düşmanı sık değişenin dostluğuna güven olmaz.
Bugün ekleyelim:
Düşmanını sık değiştirenin aklına itimat edilmez.
Bunları neden yazdık?
Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyetinin kurduğu BRICS bazı yeni üyelerle genişlemeye ve gelişmeye çalışıyormuş. Allah sahibine bağışlasın. Gözümüz yok.
Zira bu ülkelerin devletlerinin hem “insan hakları ve hürriyetleri” diye fazlaca bir dertleri yok ve hem de milli gelirleri ortalama beş bin dolar civarında!
Ama Türkiye’yi keyfî ve kötü yönetenler, bu halleriyle AB kapısından kovuldukları için, son zamanlarda, AB’ye bırakınız alternatif olmayı, bunun hayalini dahi kuramayacak ne kadar örgüt varsa hepsinin sırayla kapısını çalıyor. Şangay Beşlisinden “hey onbeşli onbeşli”sine kadar!
Bu BRICS bize nedense tuğlayı ve ıvır zıvırı hatırlatıyor. (Fransızlar ıvır zıvıra “a bric et a brac” diyorlar!)