Avusturya Yeni Asya temsilcisi, Yeni Asya’nın yazarı ve şair Mikâil Yaprak ile sevgiyi, İttihat ve Yeni Asya’yı, Bekir Berk Ağabey’i, hatıralarını, Şahs-ı manevî’yi, Risâle-i Nur’ları, Bediüzzaman’ın eğittim projesi ve Avusturya hizmetlerini konuştuk.
Efendim, öncelikle kısa bir özgeçmişinizi alalım isterseniz.
1954 Van doğumluyum. İlk, orta ve lise tahsilimi Van’da, üniversite tahsilimi Erzurum’da tamamlayıp 1975 yılında mezun olduktan sonra Almanca öğretmeni olarak çalışmaya başladım. Devam eden yıllarda hayatın seyri içinde fıtrî olarak gelişen bir duruma karşısında irademi serbest bıraktım.
Nasıl bir durum?
Meselâ isim meselesi.
Maslahat ve ihtiyatı seven biri olarak iki isimli olmaklığım işime yaradı. Faydalarını bizzat yaşayarak gördüm. Yedek subaylığım döneminden itibaren resmî hizmet alanlarımda, resmen nüfus kayıtlarına da geçen Bilal ismimle bilinirken, Mikâil ismi; İttihad’da, Yeni Asya’da, dergilerimizde, bazı mahallî gazetelerde ve daha çok gıyaben tanıyanların nazarında görünür oldu. İttihad ve Yeni Asya’ya mensubiyetiyle ve şahs-ı manevînin bir azası olmanın sevinciyle coşan ve sevildiğini sezdikçe sevinen bir Mikâil…
Sevmek ve sevildiğini hissetmek güzel bir şey, değil mi?
Efendim, bizim bu sohbetimiz bile bir muhabbetin, geçmişten bugüne daha da güçlenen bir bağın eseridir.
Bizi böyle birbirimizle buluşturan şahs-ı manevî sırrıdır. Şeytanları, düşmanları ve hücum edenleri çok olan bir dâvâda hak namına sebat edenlerin biri birlerine olan muhabbetlerinin tasavvuru bile sevinç kaynağıdır. Naşir-i efkârımız olan neşriyatımız sayesinde bir birimizin güzel meziyetlerinin de naşiri oluyoruz. Bu sayede gıyaben ve ismen bilinmeler bile büyük bir sinerji oluşturuyor. Her gün elimize aldığımız gazetemizde bir birimizle yeniden buluşuyoruz.
Size bir de maziden bir iki misal arz edeyim. Düşünün ki henüz on beş, on altı yaşlarında bir lise öğrencisi iken bir şiiriniz İttihad’ın birinci sayfasında renkli ve çerçeve içinde çıkıyor. Van’a bir dâvâ için gelen avukat Bekir Berk Ağabey, sizi çağırtıyor, hizmet seyahati için hazırlanan minibüsün içine dâhil ediyor ve yolda o şiiri marş şeklinde okutturuyor. Elbette ki mutlu olur, heyecan duyarsınız.
Ve yine o sıralarda Van Mevlidi’ne gelen Mehmet Kutlular, Mehmet Fırıncı, Necmeddin Şahiner ve Selahaddin Akyıl ağabeyler dükkânımızı ziyaret ediyorlar. Nesebî ağabeyimle sohbet ediyorlar. İki ağabeyim ilk defa o gece derse katılıyorlar. Derste Yirminci Mektup okundukça, gözyaşı dökerek dinliyorlar. Ondan sonra bütün varlıklarıyla dâvâya hadim oluyorlar. Hâlbukî önceleri benim gitmeme bile engel oluyorlardı. Ağlamaları da bundanmış….
Bakınız işte, bir gazete ve gazetede yazılanlar nelere vesile oluyor, cemaat müntesipleri ve okurlar arasında nasıl muhkem bir bağ oluşturuyor. Kimleri kimlerle bir araya getirip tanıştırıyor.
Tam bu noktada bir hususa dikkat çekelim. Şiir, roman, hikâye, edebiyat ve makaleleriyle İttihad’da, Yeni Asya’da ve yayınlarında kendini bulup, adam olup, sonra da kendini bir “şey“ zannedenlere; marifetini bu bağda kazanıp, himmet ve gayretini “şûristan“a akıtanlara hep hayret ederim. Şahs-ı manevî sırrıyla duâlara mazhar olmak, aynı müstakim çizgide gidenlerin sevgisine ve teveccühüne mazhar olmak az mı geliyor bazılarına? Hani ya, teveccüh-ü nas istenilmez belki verilirdi, verilse de onunla hoşlanılmazdı..
Risale-i Nurla ilk tanışmanız nasıl oldu?
İlk olarak İttihad gazetesini tanıdığım, severek okumaya başladığım ilk iki yıl Risale-i Nurlar’dan habersizdim. Gazeteden aldığım ilhamla şiirler yazıyordum. Şiirlerimin gazetede yayınlanması müthiş bir heyecan veriyordu. Okuldan beni bir sohbet yerine götürmek isteyen iki arkadaş, bu isteklerini zaman zaman tekrarlıyorlardı, gitmekten çekiniyordum. Bazen de, “bak senin şiirlerini gazetede okuyanlar, seninle tanışmak istiyorlar” diyorlardı, yine de mesafeli durmayı tercih ediyordum. Ama fıtrî bir gelişme oldu, ona mukavemet gösteremedim. Bir akşam sonrasında arkadaşımla şehirden mahallemize doğru yürürken, arkadaşım bir evi göstererek, ‘burası abimin evi, burda sohbet var, hadi girelim’ dedi. Kıramadım, ama kapıyı açtığında, yanyana ve üst üste bir yığın ayakkabı görünce geri çekildim. Abisi kolumdan tutarak çekti, ‘korkma kardeşim bunlar da insan’ diyerek dokunaklı konuştu. Meğer çay molasıymış. Çok ilgi gösterdiler. Benzerini hiç bir yerde bulamayacağım sıcak bir atmosfer oluştu. Ondan sonra da hızlı bir dalışla derslerin ve dersanenin cazibesine kapıldım. Arkadaş çevrem de gün geçtikçe safileşti ve sadeleşti. Ben sinemadan, sinema arkadaşlarım da benden uzaklaştı. Okulun çalışkanlarından olmam hasebiyle seven bazı hocalarım, sınıfa ve okula taşıdığım fikirlerden dolayı benim için, ‘bozulmuş’(!) ifadesini kullanmışlar. O zamanlara ait ilginç hatıralarımız var.
Sık sık dersanede yatıp eve gitmemem, (babamın vefatından sonra) baba rolünü de üstlenen abilerimin işine gelmiyordu. Ama annemden çekindikleri için fazla da üstüme gelemiyorlardı. Zaten onlar da, yukarda anlattığım hadiseden sonra Nur’un pervanesi oldular elhamdulillah.
Hocam, kitap çalışmanız var mı?
İki şiir kitabım 90’lı yıllarda Yeni Asya Neşriyat arasına girdi hamdolsun. “Sessiz Esen Yel Olsam” ile “Torağın Nutku”..
Kitap konusunda devamını getiremiyorum. Ciddî bir şekilde çalışmak ve yoğunlaşmak işime gelmiyor. Bu hususta hep çekincelerim olmuştur. Nur ve ihlâs dairesinde nefsin kendini bir “şey” zannetmesinden ve kendine bir pay çıkarmasından hep korkmuşumdur.
Yaşanan hadiselerin de bunda etkisi olmuş mudur?
Evet, kesinlikle. İşte size çok açık bir misal. Yıl 1982. Bir lisede yöneticiyim. Merhum Selim Gündüzalp’ten bir mektup aldım. Çocuk şiirleri yazmamı istiyor. Tam da anayasa oylanmasıyla yaşanan bölünme sırasında. Mazeret beyanımı kendisine ilettim. Çocuk şiirleri yazacak hal mi vardı. Âkif’e Bülbül şiirini yazdıran duygu bana da “Kar Yağıyor” şiirini yazdırdı. Yeni Asya kapatıldığı için, Tasvir’de çıktı.
İttihad’dan bugüne kadar, yani çocukluk-gençlik arası bir dönemimden bu yaşıma kadar, cemaatî ve içtimaî boyutta yaşaya geldiklerimizi bir Allah bilir. Bizim bilebildiklerimizi de ne siz sorun, ne biz söyleyelim.
Şair ne güzel söyler:
“Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz.
Biz neşâtın da gâmın da rûzgârın görmüşüz.”
Hem öyle rüzgârlar, öyle fırtınalar koca koca ağaçları devirirken, bizim gibi zayıf ve acizlerin elli yıldır yerinde sebat etmeleri tamamen inayet-i İlahîye ve sırr-ı şahs-i manevîdir. Bir çokları da ilimlerine, marifetlerine, yazarlıklarına ve şöhretlerine aldanarak, rüzgârlara kapıldılar.
Risale-i Nur dairesinde kendinde bir ‘şey’ tevehhüm etmeyen biri olarak bir vakitler onlara şöyle seslenmiştim:
Siz ey Nur’un ilhamıyla ‘adam’ olan meşhurlar!
Hanginiz hangi âlemde? Rafta mı durur Nurlar?
Nurlar hâlâ başucunda rehberiniz değilse;
Sizden bugün ne alırlar, ne satarlar okurlar?
Bediüzzaman Hazretleri Van’a ‘memleketim’ diyerek önem vermiş, Van hayatı için ‘hayat-ı ilmiyem’ tabirini kullanmış. Onun bir hemşehrisi olarak kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Bediüzzaman’ın Van’a olan alâka ve himmetinin sırrı, gün geçtikçe daha iyi anlaşılıyor.
Burada fen ve din ilimleri birlikte okutularak, yöre halkının cehâlet, fakirlik ve ihtilâf hallerinden kurtulmasına çalışılacaktı.
İlim dili olarak şu ölçüyü ortaya koymuştu:
“Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz…”
Savaş öncesinde Sultan Reşad’tan gerekli ödeneği de temin ederek, Van-Edremit sahilinde merasimle üniversite temelini attı. Lâkin savaş çıkınca bu proje akim kaldı. Cumhuriyet döneminde de mecliste yaptığı etkili konuşma neticesinde büyük çoğunluğun imzasıyla gerekli desteği aldı. Daha sonra malûm zihniyetle çalışamıyacağını anlayınca, Van’daki menzillerine çekilerek, Risale-i Nur Külliyatını netice verecek halet-i ruhîyeye bürünüp ilâhî tecellilere mazhar oldu.
Yüz yıl önce Bediüzzaman’ın hayata geçirmek isteyip çeşitli sebeplerle akamete uğrayan projeleri, bugün Risale-i Nur Külliyatına bakılarak hayata geçirilebilir. Türkiye, İslâm Âlemi ve bütün insanlık âlemi için buna çalışılmalıdır. Devletçe de buna lâkayd kalınmamalıdır. Lâkaydlığın zararı telâfi edilemez boyutlara varabilir, maazallah!
Sorunuzda geçtiği için bir hususu arzetmeden geçemeyeceğim.
Üstad’ın Van’a verdiği önem hususunda bir Vanlının kendisini nasıl hissetmesi, onu tanıma derecesine bağlıdır. Van hayatında bizzat onun yanında kalanlar ve onun hizmetinde bulunanlar bile çok sonraları, “biz onu hakkıyla tanıyamamışız” diye itirafta bulunmuşlardır. Hâlbuki onlar, ona canlarını verecek derecede bağlanmışlardı. Üstad’ı ilk olarak hakiki makamıyla tanıyanlar Isparta kahramanları olmuştur.
Bir eğitimci olarak, Bediüzzaman’ın eğitim projesi üzerine neler söylemek istersiniz?
Efendim bu hususta da Üstad Hazretleri söyleyeceğini söylemiş, yapacağını yapmış ve yazacağını yazmıştır.
Bu hususta sadece, Üstâd’ın “Reis-i Cumhura ve Başvekile” yazdığı Emirdağ Lâhikası’ndaki mektubu okumak bile tam bir kanaat sahibi olmamıza yetiyor. O mektupta da, Orta Doğu’nun ve Asya’nın merkezi hükmünde bir üniversitenin “vilâyat-ı şarkiyenin merkezinde” açılmasına çalıştığını ve aldığı mesafeyi dile getiriyor. “Tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikına çalıştığım gibi, ona da çalışmışım” diyor.
Üstâd’ın bu husustaki idealinin ne kadar büyük ve kapsamlı olduğu o mektupta da anlaşılıyor. Felsefe fenleriyle din ilimlerinin barışmasından tutun, Avrupa medeniyetinin İslâmiyet hakikatleriyle barışmasına kadar bu idealin kapsamı içindedir. Orta Doğu’da barışın ve Türkiye’de huzurun sağlanması da bu idealin kapsamındadır.
Avusturya Yeni Asya temsilcisi ve yazarı olarak, Avrupa’daki sergüzeşte-i hayatınızı bizimle paylaşmak ister misiniz?
Efendim, 28 sene önce buraya Türkçe öğretmeni olarak gönderilen Bilal’i eğitim hizmetleriyle baş başa bırakan Mikâil, adını verdiğiniz hizmeti fahrî olarak deruhte etmeğe çalışırken kendinde bir ‘şey’ ve kendini bir ‘şey’ tevehhüm etmediğinden olacak ki, burada sıfırdan gelişen ve daima sağlam basan bir hizmet zemini oluştu. Avrupa’nın ve Türkiye’nin de katkılarıyla bugün dört dersanede Yeni Asya Nur hizmetleri, geleceğe ümitle baktırmaya devam ediyor. Haza min fadli Rabbi.
Son bir değerlendirme yapacaksanız neler söylersiniz?
Bütün zorluklara rağmen istikametli çizgide yola devam edenlere ve Yeni Asya bayrağını dalgalandıranlara minnettarız, duâcıyız. Demokrat ve ahrar misyonun yeniden dirilişi için kavlî ve fiilî duâmızı esirgemeyelim.
Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.
Ben de teşekkür ederim efendim.
RÖPORTAJ: RÜSTEM GARZANLI
[email protected]
FOTOĞRAF: FURKAN UĞURAK