derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat
ona çevrilir.
eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve rıza-i İlâhî
cihetinde, kur’ân-ı Hakîm’in ders verdiği ahkâm ve ha-
kaik-ı kudsiyeye dair harekât ve a’mal ondan sudûr etse,
lisan-ı hâli manen ayat-ı kur’âniyeyi okusa, o vakit ma-
nen âlem-i İslâm’ın her bir ferdinin vird-i zebanı olan
(1)
p
äÉn
æp
erD
ƒo
Ÿr
Gn
h n
Ú
p
æp
erD
ƒo
ªr
?p
d r
ôp
Ør
ZG s
ºo
¡
s
?dn
G
duasında dahil olup hisse-
dar olur ve umumu ile uhuvvetkârâne alâkadar olur. Yal-
nız, hayvanat-ı muzırra nev’inden bazı ehl-i dalâletin ve
sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarların-
da kıymeti görünmez.
eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve
medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nok-
ta-i istinat telâkki ettiği selef-i salihînin cadde-i nuranîle-
rini terk edip, heveskârâne, hevaperestâne, riyakârâne,
şöhretperverâne, bid’akârâne işlerde ve harekâtta bulun-
sa, manen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında
en alçak mevkie düşer.
(2)
$G p
Qƒo
æp
H o
ôo
¶r
æn
j o
¬s
fp
Én
a p
øp
er
D
ƒo
Ÿr
G n
án
°SGn
ôp
a Gƒo
?s
Jp
G
sırrına göre, ehl-i iman ne kadar âmî ve cahil de olsa, aklı
derk etmediği hâlde, kalbi öyle hodfüruş adamları görse
soğuk görür, manen nefret eder.
İşte, hubb-i câha meftun ve şöhretperestliğe müptelâ
adam (ikinci adam), hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i
safilîne düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı
ahkâm:
emirler, hükümler.
ahmak:
pek akılsız, budala.
alâkadar:
ilgili, münasebetli.
âlem-i İslâm:
İslâm âlemi.
a’mal:
ameller, işler.
âmî:
bilgisiz, cahil.
ayat-ı kur’âniye:
Kur’ân’ın ayet-
leri.
bid’akârâne:
dinde olmayanı di-
ne mal etmeye çalışarak.
cadde-i nuranî:
nuranî, parlak İs-
lâmiyet yolu.
cemaat:
topluluk.
cihet:
yön, taraf.
dahil:
giren, katılan.
dair:
alâkalı, ait.
derece:
mertebe.
derk etme:
anlama, kavrama.
ecdat:
atalar, cetler.
ehemmiyet:
önem, değerlilik.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli, azgın
ve sapkın kimseler.
ehl-i hakikat:
gerçeği bulup
onun peşinden gidenler, hak yol-
da olanlar.
ehl-i iman:
Allah’a ve Allah’tan
gelen her şeye inanan kimseler,
mü’minler.
esfel-i safilîn:
aşağıların en aşağı-
sı.
feraset:
anlayışlılık, kavrayış.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakaik-ı kudsiye:
mukaddes
gerçekler.
harekât:
hareketler.
hayvanat-ı muzırra:
zararlı hay-
vanlar.
hevaperestâne:
sadece gayr-i
meşru lezzet ve hevesin peşinde
olurcasına.
heveskârâne:
hevesli bir şekilde.
hezeyan:
saçmalama.
hissedar:
hisse sahibi.
hodfüruş:
kendini beğendirmeye
çalışan, övünen.
hubb-i câh:
makam mevkii sev-
gisi.
hükmünde:
değerinde, yerinde.
ihlâs:
samimiyet; ibadet ve dav-
ranışlarda sadece Allah’ın rızasını
gözetme.
İslâmiyet:
Müslümanlık.
kur’ân-ı Hakîm:
her ayet ve su-
resinde sayısız hikmet ve fayda-
lar bulunan Kur’ân.
lisan-ı hâl:
hâl ve beden dili.
manen:
ruhça, manaca, manevî
yönden.
medar-ı iftihar:
övünme sebebi.
medar-ı şeref:
şeref kazandıran
sebep.
meftun:
vurgun, düşkün.
müptelâ:
düşkün, bağımlı.
müstehzi:
alaycı.
nazar:
bakış.
nazar-ı dikkat:
dikkatli bakış.
nevi:
tür.
nokta-i istinat:
dayanak
noktası.
nur:
parıltı, ışık.
rıza-i İlâhî:
Allah’ın rızası.
riyakârâne:
gösteriş yaparca-
sına
Selef-i Salihîn:
Ehl-i Sünnet
ve Cemaatin ilk rehberleri ve
Ashap ile Tabiînin ileri gelen-
leri ile tebe-i Tâbiînden olan
Müslümanlar.
sırr-ı esas:
esas sır, temel
gerçek.
sırrına göre:
dikkatli bir sezgi
ve anlayışlı bir tecrübe ile
kavranan hakikat.
sudûr etmek:
sâdır olmak,
çıkmak.
şöhretperest:
şöhret düşkü-
nü.
şöhretperverâne:
şöhreti se-
verek.
telâkki etmek:
anlamak, ka-
bul etmek.
uhuvvetkârâne:
kardeşçesi-
ne.
vird-i zeban:
dilden düşme-
yen zikir, dua, cümle, söz
Y
irmi
d
okuzuncu
m
ekTup
| 702 | Mektubat
1.
Allah’ım, erkek ve kadın mü’minleri bağışla.
2.
Mü’minin ferasetinden sakının; çünkü o Allah’ın nuruyla nazar eder. (Keşfü’l-Hafa, 1:42; Tir-
mizî, Tefsiru Sure, 15:6; Heysemî, Mecmaü’z-Zevaid, 10:268.)