Ezcümle
, bu yazın arkadaşlarım güzel bir ata beni bin-
dirdiler. Bir seyrangâha gittim. Şuursuz olarak nefsimde
hodfüruşâne bir keyif arzusu uyanmakla, ehl-i dünya öy-
le şiddetli o arzumun karşısına çıktılar ki, yalnız o gizli ar-
zuyu değil, belki çok iştihalarımı kestiler. Hatta, ezcümle,
bu defa ramazandan sonra, eski zamanda manevî gayet
büyük, kudsî bir imamın,
(HaşİYe)
bize karşı gaybî kerame-
tiyle iltifatından sonra kardeşlerimin takva ve ihlâsları ve
ziyaretçilerin hürmet ve hüsn-i zanları içinde –ben bilme-
yerek– nefsim müftehirâne, güya müteşekkirâne perdesi
altında
riyakârâne
bir
enaniyet
vaziyetini
HaşİYe:
İmam-ı Ali radıyallahü Anh, on sekizinci lem’ada, sekizinci
Şua ile Yedinci Şuada
(1)
r
ân
én
Ør
dG n
øp
e »
pq
æp
en
G
fıkrasıyla kerametini Hayber
kalesinin fethi gibi, eskişehir ve denizli Mahkemesinden harika bir
tarzda kurtulacağımızı kerametiyle
(2)
¢n
ûr
în
J n
’ , ¢n
ûr
în
J n
’
kelimeleriyle
zahir ediyor. Çünkü evlâdından olan gavs-ı geylânî (
rA
) kendi omzun-
da resul-i ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın kademini gördüğü gibi,
evlâdından olan ve her asırda Âl-i Beytten gelen mehdî ve müceddit
verese-i enbiya olan muhakkikleri, fertleri görüp, kendi kademini o
mübarek gelecek zatlara basmış. Hususan risale-i nur’un müellifi,
zamanın Abdülkadir’i üstadımız said nursî Hazretlerine sair evliyaya
muhalif olarak müphem değil, sarihan haber vermesi bizce birinci
âlden olduğu kat’îdir. Çünkü, sinek gibi bir mahlûkun üstadımızı taciz
etmemesi neslinden olan Abdülkadir-i geylânî’den irsiyet almıştır. ger-
çi üstadımız mahkemelerde ehl-i vukufa karşı ikinci Âl-i Beytten oldu-
ğunu onlara ispat etti, fakat maksadı tam ihlâsa muvafık olduğu için,
kendi şahsını azlediyor. kur’ân’ın bir elmas kılıcı olan risale-i nur’u
gösteriyor.
Küçük Ali
adalet:
hakkaniyet, âdillik.
Âl:
Peygamberimizin aile fertleri.
Âl-i Beyt:
Peygamberimizin evlât
ve torunları.
azletme:
vazifesine son verme.
ehl-i dünya:
dünyaya bağlı, ahireti
düşünmeyen.
ehl-i vukuf:
iyi bilenler, bilir kişi-
ler.
enaniyet:
kendini beğenme, ben-
cillik, egoistlik.
evliya:
velîler, ermişler.
ezcümle:
bu cümleden olarak.
fert:
kişi.
fethetme:
bir yeri savaş yoluyla
elde etme.
fıkra:
bent.
Gavs-ı Geylânî:
Abdülkadir Gey-
lânî.
gaybî:
gayba ait, göze görünme-
yenlere ait.
gayet:
son derece.
güya:
sanki.
harika:
hayranlık uyandıran şey.
haşiye:
dipnot.
hodfüruşâne:
övünerek, kendini
beğendirmeye çalışarak.
hususan:
özellikle.
hürmet:
saygı.
hüsn-i zan:
bir kimse veya mesele
hakkında güzel düşünceye sahip
olma.
ihlâs:
samimiyet.
iltifat:
ilgi gösterme, lütuf, ikram.
imam:
önder.
irsiyet:
soydan gelen, soya çekim.
iştiha:
istek, arzu, iştah.
izhar etmek:
açığa çıkarmak, gös-
termek.
kadem:
ayak.
kader-i İlâhî:
İlâhî kader, Allah’ın
kader kanunu.
keramet:
Allah’ın velî kullarında
görülen olağanüstü hâller ve ta-
biatüstü hâdiseler, ermişçesine
yapılan iş, hareket veya söylenen
söz, fikir.
kudsî:
mukaddes, kutlu, yüce.
mahkeme:
davaların görüldüğü
yer, yargılama yeri.
mahlûk:
yaratık.
mehdî:
hadislere göre ahirza-
manda tevhidi esas alarak imanı
muhafaza edip İslâmiyeti hurafe-
lerden ve bid’alardan arındırarak
zamanın anlayışına göre yenile-
yecek olan âlim ve önder zat.
muhakkik:
gerçeği araştıran, ger-
çeği bulan.
muhalif:
aykırı, zıt.
muvafık:
uygun.
mübarek:
hayırlı, uğurlu.
müceddit:
her asır başında gele-
ceği müjdelenen dinin yüksek hiz-
metkârı; dine yeni bir tarzda yak-
laşan, asrın şartlarına göre ve
ortaya atılan yeni şüphe ve taar-
ruzlara karşı dini yorumlayıp kuv-
vetlendiren büyük âlim.
müellif:
yazar, kitap yazan.
müftehirâne:
iftihar ederek,
gurur duyarak.
müphem:
kapalı, örtülü, anla-
şılmaz.
müteşekkirâne:
şükrederek.
nefis:
kötü vasıfları kendisinde
toplayan, hayırlı işlerden alı-
koyan güç.
nesil:
soy.
ramazan:
kamerî ayların do-
kuzuncusu ve üç ayların so-
nuncusu, oruç ayı.
riyakârâne:
gösteriş yaparca-
sına
sair:
diğer.
sarihan:
açık olarak.
seyrangâh:
gezinti yeri, gezi-
lecek yer, muhteşem manza-
ralı yerler.
şuur:
anlayış, idrak.
taciz:
rahatsız etme.
takva:
Allah korkusuyla dinin
yasak ettiği şeylerden ka-
çınma.
tarz:
biçim.
üstat:
rehber, öğretmen.
vaziyet:
durum.
verese-i enbiya:
peygamber-
lerin vârisleri, mirasçıları.
zahir:
apaçık.
zalim:
zulmeden.
zulüm:
haksızlık, eziyet.
1.
Beni kurtar, emân ve emniyet ver.
2.
Çekinme.
Y
irmi
i
kinci
l
em
’
a
| 418 | Lem’aLar