bin eflâtun kadar bir ilim ve şuur vermek, bin derece di-
vanece bir hurafeciliktir.
İKİNCİ mUHaL
senin vücudun bin kubbeli harika bir saraya benzer ki,
her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine baş başa verip
muallâkta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu
saraydan daha aciptir. Çünkü, o saray-ı vücudun, daima
kemal-i intizamla tazelenmektedir. gayet harika olan
ruh, kalb ve manevî letaiften kat-ı nazar, yalnız cesedin-
deki her bir aza, bir kubbeli menzil hükmündedir. zerre-
ler, o kubbedeki taşlar gibi birbirleriyle kemal-i muvaze-
ne ve intizamla baş başa verip, harika bir bina, fevkalâ-
de bir sanat, göz ve dil gibi acip birer mu’cize-i kudret
gösteriyorlar.
eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi birer
memur olmasalar, o vakit her bir zerre, umum o cesette-
ki zerrelere hem hâkim-i mutlak, hem her birisine mah-
kûm-i mutlak, hem her birisine misil, hem hâkimiyet nok-
tasında zıt, hem yalnız Vacibü’l-Vücud’a mahsus olan ek-
ser sıfâtın mastarı, menbaı, hem gayet mukayyet, hem
gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle
yalnız bir Vahid-i ehad’in eseri olabilen gayet muntazam
bir masnu-i vahidi o hadsiz zerrata isnat etmek –zerre ka-
dar şuuru olan, bunun pek zahir bir muhal, belki yüz mu-
hal olduğunu derk eder.
acip:
şaşılan ve hayret verici şey.
âlem:
dünya, kâinat, evren.
aza:
organlar, uzuvlar.
ceset:
vücut, beden.
daima:
sürekli, her zaman.
divanece:
deliler gibi, delice.
ekser:
pek çok.
emir:
emir, buyruk.
eser:
nişan, iz, ortaya koyulan şey.
fevkalâde:
olağanüstü, çok iyi,
çok güzel.
gayet:
son derece, çok.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hâkim-i mutlak:
hiçbir şekilde hâ-
kimiyetine, egemenliğine sınır
konmayan tam hüküm sahibi.
hâkimiyet:
hâkim olma, egemen-
lik, hükümranlık.
harika:
olağanüstü.
hurafe:
uydurma, düzmece, dine,
akla ve gerçeğe aykırı olan.
hükmünde:
değerinde, yerinde.
ilim:
bilgi.
intizam:
düzgünlük, nizam.
isnat etmek:
dayandırmak.
kat-ı nazar:
dikkate almamak, na-
zara almamak, göz ardı etme.
kemal-i intizam:
tam ve eksiksiz
düzen.
kemal-i muvazene:
tam bir
denge, ölçü.
letaif:
manevî duygular, kalb, ruh,
akıl, sır gibi ince duygular, güzel-
likler.
mahkûm-i mutlak:
tam anla-
mıyla mahkûm, hüküm altında,
emredileni yapmak zorunda.
mahsus:
bir kişiye has olan.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan, soyut.
masnu-i vahit:
bir tek sanatkârın
elinden çıkmış olan harika sanat.
mastar:
bir şeyin çıktığı yer, kay-
nak.
memur:
emir ile hareket eden,
görevli.
Y
irmi
Ü
çÜncÜ
l
em
’
a
| 428 | Lem’aLar
menba:
kaynak.
menzil:
ev, bina.
misil:
benzer, eş.
muallâk:
boşlukta asılı.
mu’cize-i kudret:
Cenab-ı
Hakkın kudretinin mu’cizesi.
muhal:
imkânsız, olabilmesi,
bulunabilmesi düşünüleme-
yen, mümteni.
muhal:
imkânsız, olabilmesi,
düşünülemeyen,
mukayyet:
kayıtlı, bağlı.
muntazam:
düzenli, intizamlı.
mutlak bir surette:
sınırsız bir
biçimde, her hangi bir kayda
bağlı olmayan, kayıtsız, şartsız
bir şekilde.
ruh:
hayatın temeli ve sebebi
olan manevî varlık.
saray-ı vücut:
insan veya
hayvan gövdesi.
sıfât:
nitelik, vasıf, özellik.
sırr-ı vahdet:
Cenab-ı Allah’ın
umum eşyada birden tecelli
eden birliğinin sırrı.
şuur:
bir şeyi anlama kavrama
gücü, idrak, bilinç.
tâbi:
boyun eğen, uyan, itaat
eden, bağlı.
umum:
bütün.
Vacibü’l-Vücud:
varlığı zarurî
ve zatî olan; varlığı başkasının
varlığına bağlı değil, kendin-
den olup ezelî ve ebedî olan
Allah.
Vahid-i ehad:
bir olan ve bir-
liği her bir şeyde tecelli eden
Allah.
vakit:
zaman.
vücut:
var olma, varlık.
zahir:
açık, görünen.
zerrat:
zerreler, moleküller,
atomlar.
zerre:
maddenin en küçük
parçası, molekül, atom.