Bu tarz-ı fikir ise, kâinattaki muhalâtın en batılı, en hura-
fesidir. Hâlık-ı kâinat’ın sanatını mevhum, ehemmiyet-
siz, şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz defa hay-
vandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.
İKİNCİ mUHaL
eğer gayet intizamlı, mizanlı, sanatlı, hikmetli şu mev-
cudat, nihayetsiz kadîr, hakîm bir zata verilmezse, belki
tabiata isnat edilse, lâzım gelir ki, tabiat, her bir parça
toprakta Avrupa’nın umum matbaaları ve fabrikaları
adedince makineleri, matbaaları bulundursun; tâ o par-
ça toprak, menşe’ ve tezgâh olduğu hadsiz çiçekler ve
meyvelerin yetişmelerine ve teşkillerine medar olabilsin.
Çünkü, çiçekler için saksılık vazifesini gören bir kâse
toprak, içine tohumları nöbetle atılan umum çiçeklerin
birbirinden çok ayrı olan şekil ve hey’etlerini teşkil ve
tasvir edebilir bir kabiliyeti, bilfiil görülüyor. eğer kadîr-i
zülcelâl’e verilmezse, o vakit, o kâsedeki toprakta, her
bir çiçek için manevî, ayrı, tabiî bir makinesi bulunmaz-
sa, bu hâl vücuda gelemez. Çünkü tohumlar ise, nutfeler
ve yumurtalar gibi, maddeleri birdir. Yani, müvellidülmâ,
müvellidülhumuza, karbon, azotun intizamsız, şekilsiz,
hamur gibi halitasından ibaret olmakla beraber; hava,
su, hararet, ziya dahi, her biri basit ve şuursuz ve her
şeye karşı sel gibi bir tarzda gittiğinden, o hadsiz çiçek-
lerin teşkilleri ayrı ayrı ve gayet muntazam ve sanatlı ola-
rak o topraktan çıkması, bilbedahe ve bizzarure iktiza
ediyor ki, o kâsede bulunan toprakta, manen Avrupa ka-
dar, manevî ve küçük mikyasta matbaaları ve fabrikaları
Lem’aLar | 431 |
Y
irmi
Ü
çÜncÜ
l
em
’
a
kâse:
çiniden yapılma derince ça-
nak, saksı.
lâzım:
gerekli, lüzumlu.
manen:
mana bakımından, ma-
nevî yönden, manaca.
manevî:
manaya ait, manevî ola-
rak, soyut.
matbaa:
basım evi.
medar:
dayanak noktası, sebep,
vesile.
menşe’:
esas, kök, kaynak.
mevcudat:
mevcutlar, var olan
her şey, varlıklar.
mevhum:
evham ürünü olan, ger-
çekte olmadığı hâlde var sayılan.
mikyas:
ölçü.
mizan:
ölçü, denge.
muhal:
imkânsız, olabilmesi, dü-
şünülemeyen.
muhalât:
muhaller, olması müm-
kün olmayanlar.
muntazam:
nizamlı, intizamlı,
düzgün.
müvellidülhumuza:
oksijen.
müvellidülmâ:
hidrojen.
nihayetsiz:
sonsuz.
nutfe:
döl suyu, tohum.
şekil:
dış görünüş, biçim.
şuur:
bir şeyi anlama, kavrama
gücü, idrak, bilinç.
şuursuz:
anlayışsız, bilinçsiz.
tabiî:
doğal, tabiatla ilgili.
tarz:
biçim, suret.
tarz-ı fikir:
düşünce tarzı.
tasvir:
çeşitli ifade tarzlarıyla an-
latma.
teşkil:
şekillendirme, meydana
getirme, yapma.
umum:
bütün, genel.
vakit:
zaman.
vazife:
görev.
vücut:
var olma, varlık.
zat:
azamet ve ululuk sahibi kişi.
ziya:
ışık.
adedince:
sayısınca.
azot:
havada beşte dört ora-
nında bulunan renksiz, koku-
suz ve basit gaz.
batıl:
boş, haklı ve gerçeğe uy-
mayan.
bilbedahe:
açıktan, aşikâr ola-
rak.
bilfiil:
fiili olarak.
bizzarure:
zarurî olarak, mec-
buren.
ehemmiyet:
önem.
gayet:
son derece, çok.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakîm:
her şeyi bir maksatla
uygun ve hikmetle yaratan.
hâl:
durum.
Hâlık-ı Kâinat:
kâinatın ve
onun içinde olan her şeyin ya-
ratıcısı, Allah.
halita:
karışım.
hararet:
sıcaklık.
hey’et:
yapı, şekil, suret.
hikmet:
kâinattaki ve yaratı-
lıştaki İlâhî gaye, fayda.
hurafe:
düzme, uydurma,
dine, akla ve bilime aykırı.
ibaret:
meydana gelen, olu-
şan, müteşekkil.
iktiza etme:
lâzım gelme, ge-
rekme.
intizam:
düzgünlük, nizam.
isnat etme:
dayandırma.
kabiliyet:
istidat, yetenek.
kadîr:
kudret sahibi olan ve
her şeye gücü yeten.
Kadîr-i Zülcelâl:
büyüklük sa-
hibi ve her şeye gücü yeten
Allah.
kâinat:
bütün âlemler, varlık-
lar, evren.
karbon:
tabiatta elmas, linyit
maden kömürü, antrasit gibi
şekilsiz olarak bulunan ele-
ment.