bulunsun. tâ ki, bu kadar hayattar kumaşları ve binler
ayrı ayrı nakışlı mensucatları dokuyabilsin.
İşte, tabiiyyunların fikr-i küfrîleri ne derece daire-i akıl-
dan hariç saptığını kıyas et. Ve tabiatı mucit zanneden
insan suretindeki ahmak sarhoşlar, “Mütefennin ve akıl-
lıyız” diye dava ettikleri hâlde, akıl ve fenden ne kadar
uzak düştüklerini ve mümteni ve hiçbir cihetle mümkün
olmayan bir hurafeyi kendilerine meslek ittihaz ettikleri-
ni gör, gül ve tükür!
Eğer desen
: Mevcudat tabiata isnat edilse böyle acip
muhaller olur, imtina derecesinde müşkülât olur. Acaba
zat-ı ehad ve samed’e verildiği vakit o müşkülât nasıl kal-
kıyor? Ve o suubetli imtina, o sühuletli vücuba nasıl inkı-
lâp eder?
El cevap
: Birinci Muhalde, nasıl ki güneşin cilve-i
in’ikâsı kemal-i sühuletle, külfetsiz, en küçük zerrecik
camdan tut, tâ en büyük bir denizin yüzüne kadar feyzi-
ni ve tesirini misalî güneşçiklerle gayet kolaylıkla göster-
dikleri hâlde, eğer güneşten nispeti kesilse, o vakit her
bir zerrecikte tabiî ve bizzat bir güneşin haricî vücudu,
imtina derecesinde bir suubetle olabilmesi kabul edilmek
lâzım gelir. öyle de, her bir mevcut, doğrudan doğruya
zat-ı ehad ve samed’e verilse, vücup derecesinde bir sü-
hulet, bir kolaylıkla ve bir intisap ve cilve ile, her bir mev-
cuda lâzım her bir şey ona yetiştirilebilir.
eğer o intisap kesilse ve o memuriyet başıbozukluğa
dönse ve her bir mevcut kendi başına ve tabiata bıra-
kılsa, o vakit imtina derecesinde yüz bin müşkülât ve
acip:
şaşılan ve hayret uyandıran
şey; garip.
ahmak:
pek akılsız, sersem, bu-
dala.
bizzat:
kendisi, şahsen.
cihet:
yön, taraf.
cilve:
görünme, yansıma, tecelli.
cilve-i in’ikâs:
yansıyan görüntü,
yansıma yoluyla görünüp belirme.
daire-i akıl:
akıl dairesi, akıl alanı.
dava etmek:
iddia etmek, savun-
mak.
derece:
ölçü.
fen:
tecrübî, ispatla meydana gel-
miş ilimlere verilen genel ad; fizik,
kimya, matematik.
feyiz:
bolluk, bereket, verimlilik.
fikr-i küfrî:
küfür ve inkâr fikri,
imansızlık.
gayet:
son derece, çok.
haricî:
dışarıya ait, afakî.
hariç:
bir şeyin dışı, dışarısı.
hayattar:
canlı, yaşayan.
hurafe:
düzme, uydurma, dine ve
akla aykırı olan.
imtina:
imkânsızlık, olamayış.
inkılâp:
değişme, dönüşme.
intisap:
mensup olma, aidiyet,
bağlanma, iman ile Allah’a bağ-
lanma.
isnat etmek:
dayandırmak.
ittihaz etme:
edinme, kabul etme.
kemal-i sühulet:
son derece, tam
bir kolaylık.
kıyas:
karşılaştırma.
külfet:
zahmet.
lâzım:
gerekli, lüzumlu.
Y
irmi
Ü
çÜncÜ
l
em
’
a
| 432 | Lem’aLar
memuriyet:
memur, görevli
olma hâli.
mensucat:
dokunmuş şeyler,
dokumalar.
meslek:
gidiş, tutulan yol, me-
tot.
mevcudat:
var olan her şey,
mahlûklar.
mevcut:
var olan, varlık.
misalî:
yansıyan, benzer.
mucit:
icat eden, yaratan,
yoktan var eden.
muhal:
imkânsız, olabilmesi,
düşünülemeyen.
mümkün:
olabilir.
mümteni:
mümkün olmayan,
imkânsız.
müşkülât:
zorluklar.
mütefennin:
fen bilimleri ile
uğraşan.
nakış:
süs.
nispet:
oran, bağlılık, ilgi.
suret:
biçim, görünüş.
suubet:
güçlük, zorluk.
sühulet:
kolaylık.
tabiî:
tabiatla ilgili, doğa ge-
reği.
tabiiyyun:
tabiatçılar, mater-
yalistler, tabiata tapanlar.
tesir:
etki.
vakit:
zaman.
vücup:
vacip ve lüzumlu olma,
varlığı gerekli olma.
vücut:
var olma, varlık.
zan:
sanmak.
Zat-ı ehad ve Samed:
Samed
ve Ehad olan zat. Samed her
şey kendisine muhtaç olduğu
hâlde, kendisi hiçbir şeye
muhtaç olmayan zat; Ehad,
bir, tek, benzersiz olan ve her
bir eserini isimlerine ayna ya-
pan Allah.
zerre:
maddenin en küçük
parçası, molekül, atom.