İşte, sen de anla, bu öyle bir fikirdir ki, senin zerratın
adedince muhalât ve hurafeler, içinde bulunuyor. ey mu-
annit muattıl! sen de utan, bu dalâletten vazgeç.
ÜÇÜNCÜ KeLİMe:
İktezathu’t-tabiat
, yani, “ta-
biat iktiza ediyor, tabiat yapıyor.” İşte bu hükmün çok
muhalâtı var. numune için üçünü zikrediyoruz.
BİrİNCİSİ
eğer mevcudatta, hususan zîhayatta görünen, basî-
râne, hakîmâne olan sanat ve icat Şems-i ezelî’nin ka-
lem-i kader ve kudretine verilmezse, belki kör, sağır, dü-
şüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnat edilse, lâzım gelir
ki, tabiat, icat için her şeyde hadsiz manevî makine ve
matbaaları bulundursun; veyahut her şeyde kâinatı halk
ve idare edecek bir kudret ve hikmet derç etsin. Çünkü,
nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerre-
cik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor. eğer o
misalî ve aksî güneşçikler semadaki tek güneşe isnat edil-
mese, lâzım gelir ki, bir kibrit başı yerleşmeyen bir zer-
recik cam parçasında tabiî, fıtrî ve güneşin hasiyetlerine
malik, zahiren küçük, manen çok derin bir güneşin hari-
cî vücudunu kabul ederek, zerrat-ı zücaciye adedince ta-
biî güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi; aynen bu mi-
sal gibi, mevcudat ve zîhayat doğrudan doğruya Şems-i
ezelî’nin cilve-i esmasına verilmezse, her bir mevcutta,
hususan her bir zîhayatta, hadsiz bir kudret ve irade ve
nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuv-
veti, âdeta bir ilâhı, içinde kabul etmek lâzım gelir.
adedince:
sayısınca.
âdeta:
sanki.
akis:
yansıma.
aksî:
akseden, yansıyan
basîrâne:
görerek, bilerek.
cilve:
görüntü, tecelli.
cilve-i esma:
Allah’ın isimlerinin
varlıklardaki eseri, görüntüsü.
dalâlet:
iman ve İslâmiyetten ay-
rılmak, azmak.
derç etme:
yerleştirme, arasına
koyma.
fıtrî:
tabiî, yaratılıştaki, doğuştan
olan.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakîmâne:
hikmetli bir şekilde,
gayeli, faydalı.
halk etmek:
yaratmak.
haricî:
dışarıya ait.
hasiyet:
bir şeye has vasıf, özel-
lik.
hikmet:
kâinattaki ve yaratılıştaki
İlâhî gaye, fayda, yüksek bilgi.
hurafe:
düzme, uydurma, delile
dayanmayan.
hususan:
bilhassa, özellikle.
hüküm:
karar, emir, bir konu, iş
veya kimse hakkında verilen ka-
rar.
icat:
vücuda getirme, yoktan var
etme, yaratma.
idare etmek:
yönetmek, bir işi yü-
rütme, çekip çevirmek.
iktezathü’t-tabiat:
tabiat gereği.
iktiza:
gereklilik, gerektirme.
ilâh:
tanrı, ma’bud.
ilim:
bilgi.
irade:
dileme, isteme, bir şeyi
yapma veya yapmama konu-
sunda karar verebilme ve bu ka-
rarı yerine getirme gücü.
isnat etme:
dayandırma.
Y
irmi
Ü
çÜncÜ
l
em
’
a
| 430 | Lem’aLar
kâinat:
bütün âlemler, yara-
tılmış varlıklar, evren.
kalem-i kader:
kader kalemi,
Allah’ın olacak hâdiseleri ol-
madan önce bilip yazması,
takdir etmesi.
katre:
damla.
kudret:
kuvvet, iktidar.
lâzım:
gerekli, lüzumlu.
malik:
sahip.
manen:
mana bakımından,
manaca, manevî yönden.
manevî:
manaya ait, manevî
yönden, soyut.
matbaa:
basım evi.
mevcudat:
mevcutlar, var
olan her şey, varlıklar.
mevcut:
var olan, varlık.
misal:
örnek.
misalî:
yansıyan, benzer.
muannit:
inatçı.
muattıl:
işe yaramaz hâle ge-
tiren.
muhalât:
muhaller, olması
mümkün olmayanlar.
nihayetsiz:
sonsuz.
numune:
örnek.
sema:
gökyüzü.
şems:
güneş.
Şems-i ezelî:
ezelî güneş; var-
lığının başlangıcı olmayan ve
her şeyi nurlandıran Cenab-ı
Hak.
tabiî:
normal, tabiatının gereği.
vücut:
var olma, varlık.
zahiren:
dış, görünüşte olan.
zemin:
yeryüzü.
zerrat:
zerreler, atomlar, mo-
leküller.
zerrat-ı zücaciye:
parlak, par-
layan, ışıldayan zerreler.
zerre:
maddenin en küçük
parçası, molekül, atom.
zîhayat:
hayat sahibi, canlı.
zikir:
anma.