simaları öyle bir surette halk etmiştir ki, hiçbir mektub-i
samedanî ve hiçbir kitab-ı rabbanî, diğer kitapların ay-
nı aynına olamıyor. Alâküllihâl, ayrı manaları ifade et-
mek için, ayrı bir siması bulunacak.
eğer gözün varsa, insanın simasına bak, gör ki: za-
man-ı Âdem’den şimdiye kadar, belki ebede kadar, bu
küçük simada, aza-i esasîde ittifakla beraber, her bir si-
ma, umum simalara nispeten, her birisine karşı birer alâ-
met-i farikası var olduğu kat’iyen sabittir. Bunun için,
her bir sima ayrı bir kitaptır. Yalnız sanatın tanzimi için
ayrı bir yazı takımı ve ayrı bir tertip ve telif ister. Ve mad-
delerini hem getirmek, hem yerleştirmek ve hem de vü-
cuda lâzım olan her şeyi derç etmek için, bütün bütün
başka bir tezgâh ister.
Haydi, farz-ı muhal olarak, tabiata bir matbaa nazarıy-
la baktık. Fakat bir matbaaya ait olan tanzim ve basmak,
yani, muayyen intizamını kalıba sokmaktan başka, o tan-
zimin icadından, icatları yüz derece daha müşkül bir zî-
hayatın cismindeki maddeleri aktâr-ı âlemden mizan-ı
mahsusla ve has bir intizamla icat etmek ve getirmek ve
matbaa eline vermek için, yine o matbaayı icat eden ka-
dîr-i Mutlak’ın kudret ve iradesine muhtaçtır. demek bu
matbaalık ihtimali ve farzı, bütün bütün manasız bir hu-
rafedir.
İşte bu saat ve kitap misalleri gibi, sâni-i zülcelâl, kà-
dir-i külli Şey, esbabı halk etmiş, müsebbebatı da halk
ediyor. Hikmetiyle, müsebbebatı esbaba bağlıyor. kâina-
tın harekâtının tanzimine dair kavanin-i âdetullahtan
aktâr-ı âlem:
âlemin her tarafı,
âlemin dört bir yanı.
alâküllihâl:
her hâl ve durumda.
alâmet-i farika:
farklılık belirtisi.
âzâ-i esasî:
esas, temel organlar.
cisim:
beden, madde.
derç etmek:
yerleştirmek.
ebed:
sonu olmayan gelecek za-
man.
esbap:
nedenler, sebepler.
farz:
saymak, öyle kabul etmek.
farz-ı muhal:
imkânsızı farz etme,
olmayacak bir şeyi olacakmış gibi
düşünme.
halk etmek:
yaratmak.
harekât:
hareketler, hâller.
has:
özel olan, mahsus.
hikmetiyle:
ilmiyle İlâhî gaye ve
faydalar gözeterek.
hurafe:
düzme, uydurma dine ve
akla aykırı.
icat:
vücuda getirme, yoktan var
etme, yaratma.
ifade etmek:
açıklamak, anlat-
mak.
ihtimal:
mümkün, olabilirlik.
intizam:
düzgünlük, tertipli olma.
irade:
dileme, isteme, bir şeyi
yapma veya yapmama konu-
sunda karar verebilme ve bu ka-
rarı yerine getirme gücü.
ittifak:
birleşme, birlik.
Kàdir-i Külli Şey:
her şeye gücü
yeten sonsuz kudret sahibi olan
Allah.
Kadîr-i mutlak:
hiç bir kayıt ve
şarta tâbi olmaksızın her şeye
gücü yeten sonsuz kudret sahibi,
Allah.
Y
irmi
Ü
çÜncÜ
l
em
’
a
| 440 | Lem’aLar
kâinat:
bütün âlemler, varlık-
lar, evren.
kat’iyen:
kesin olarak.
kavanin-i âdetullah:
âdetul-
lah kanunları, kâinatta işleyen
İlâhî kanunlar, yaratılış kanun-
ları.
kitab-ı rabbanî:
İlâhî kitap,
Cenab-ı Hakka ait her şey.
kudret:
kuvvet, iktidar.
lâzım:
gerekli, lüzumlu.
mana:
anlam.
matbaa:
basım evi.
mektub-i Samedanî:
bir mek-
tuba benzeyen varlıkların Al-
lah tarafından noksansız ya-
ratılması.
misal:
örnek, temsil.
mizan-ı mahsus:
hassas te-
razi, özel ölçü.
muayyen:
belirli.
muhtaç:
ihtiyacı olan.
müsebbebat:
bir sebeple
meydana çıkanlar, neticeler.
müşkül:
zor, güç.
nazar:
bakış.
nispeten:
nispetle, oranla, kı-
yaslayarak.
sabit:
ispat edilmiş, ispatlan-
mış.
Sâni-i Zülcelâl:
sonsuz büyük-
lük sahibi, her şeyi sanatla ya-
ratan Allah.
sima:
yüz, çehre.
suret:
biçim, tarz, şekil.
tanzim:
sıraya koyma, düzen-
leme.
telif:
yazma, kaleme alıp dü-
zenleme.
tertip:
düzene koyma, düzen.
umum:
bütün.
vücut:
varlık.
zaman-ı adem:
Hz. Adem za-
manı, insanlığın ilk devresi.
zîhayat:
hayat sahibi.