olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve
manevî bir zulüm eder. Çünkü, mevcudatın kemalleri,
sânia müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür
eder. İbadeti terk eden, mevcudatın ibadetini görmez ve
göremez. Belki de inkâr eder. o vakit, ibadet ve tesbih
noktasında yüksek makamda bulunan ve her biri birer
mektub-i samedanî ve birer âyine-i esma-i rabbaniye
olan mevcudatı âlî makamlarından tenzil ettiğinden ve
ehemmiyetsiz, vazifesiz, camit, perişan bir vaziyette te-
lâkki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder, kemalâtını inkâr
ve tecavüz eder.
evet, herkes kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenab-ı
Hak, insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde
yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem
vermiş; o âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine gö-
re gösteriyor. Meselâ, gayet me’yus ve matemli olarak
ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve me’yus suretinde
görür. gayet sürurlu ve neşeli, müjdeli ve kemal-i neşe-
sinden gülen bir adam, kâinatı neşeli, güler gördüğü gi-
bi; mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih
eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak
olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve gö-
rür. gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mev-
cudatı, hakikat-i kemalâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve
hata bir surette tevehhüm eder ve manen onların huku-
kuna tecavüz eder.
Hem o târikü’s-salât, kendi kendine malik olmadığı
için, kendi malikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder.
Lem’aLar | 445 |
Y
irmi
Ü
çÜncÜ
l
em
’
a
manen:
manevî yönden, manaca.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan, soyut.
matemli:
hüzünlü, kederli, yaslı.
mektub-i Samedanî:
bir mektuba
benzeyen varlıkların Allah tarafın-
dan eksiksiz, mükemmel yaratıl-
ması.
mevcudat:
var olan, yaratılan her
şey.
mevcut:
var olan, varlık.
me’yus:
ümitsiz, ye’se düşmüş.
mikyas:
ölçü aracı, kıyas aleti.
mizan:
denge, ölçü.
muhakkak:
gerçekleşmiş, şüphe-
siz.
muhalif:
zıt, aykırılık gösteren,
karşıt.
müjde:
sevindirici haber, iyi ha-
ber.
mütefekkirâne:
tefekkür ederek,
Allah’ı düşünerek.
müteveccih:
teveccüh eden, yö-
nelen.
nefsine zulmetmek:
kişinin ken-
disine haksızlık ve eziyet etmesi.
Sâni:
her şeyi sanatlı olarak yara-
tan Allah.
suret:
biçim, tarz, görüntü.
sürur:
sevinç.
tahkir etmek:
küçük ve basit gör-
mek, aşağılamak.
târikü’s-salât:
namaz kılmayı terk
etmiş olan kimse, namaz kılma-
yan.
tecavüz etmek:
saldırmak, had-
dini aşmak.
tecavüz:
saldırı, haddini aşma.
telâkki etmek:
kabul etmek, an-
lamak.
tenzil etme:
indirmek, aşağı dü-
şürmek.
terk etme:
bırakma, uzaklaşma.
tesbih:
Allah’ı bütün kusur ve nok-
san sıfatlardan uzak tutarak, şa-
nına uygun ifadelerle anma.
tesbihat:
tesbihler, Cenab-ı Hakkın
bütün noksan sıfatlardan uzak ve
bütün kemal sıfatlara sahip oldu-
ğunu ifade eden sözler.
tevehhüm:
vehimlenme, kurun-
tuya kapılma.
tezahür etmek:
meydana, ortaya
çıkmak, görünmek.
vakit:
zaman.
vazife:
görev.
vaziyet:
durum, hâl.
zulüm:
haksızlık, eziyet.
abd:
kul.
âlem:
dünya.
âlî:
yüce, yüksek.
âyine:
ayna.
âyine-i esma-i rabbaniye:
bütün varlıkları idare, tedbir
ve terbiye eden Allah’ın isim-
lerinin aynası.
camit:
ruhsuz, sert, cansız.
Cenab-ı Hak:
hakkın tâ ken-
disi olan şeref ve büyüklük sa-
hibi Allah.
ciddî ağırbaşlı.
ehemmiyet:
önem.
gaflet:
gafillik, dikkatsizlik, Al-
lah’tan uzaklaşıp nefsinin ar-
zularına dalmak.
gayet:
son derece, çok.
hakikaten:
hakikat olarak,
gerçekten.
hakikat-i kemalât:
mükem-
melliklerin hakikati, iç yüzü,
esası.
hukuk:
haklar.
hususî:
özel.
ibadet:
Allah’ın emrettiklerini
yerine getirme.
inkâr etmek:
reddetmek, ka-
bul etmemek.
inkâr:
kabul ve tasdik et-
meme, inanmama.
itikad-ı kalbî:
kalben inan-
mak.
kâinat:
bütün âlemler, varlık-
lar, evren.
kemal:
mükemmellik, kusur-
suzluk.
kemalât:
kusursuz ve mü-
kemmel özellikler.
kemal-i neşe:
tam bir sevinç
ve neşe hâli.
keşfetmek:
gizli bir şeyi mey-
dana çıkarmak.
makam:
mevki, yer, konum.
malik:
sahip.