Bir zaman, İslâmiyet’in secaya, revabıt, mehasin-i ah-
lâkına işareten rumuz tarikıyla şöyle demiştim:
eğer şu kâbe’nin ziynet ve nakşını görmek isterken,
işte bak: Hayâ ve hamiyetten neş’et eden civanmerdâne
humret; hürmet ve rahmetten tevellüt eden masumâne
tebessüm; cezalet ve melâhatten hâsıl olan ruhanî halâ-
vet; aşk-ı şebabîden, şevk-i baharîden neş’et eden sema-
vî neşe; hüzn-i gurubîden, ferah-ı seherîden vücuda ge-
len melekûtî lezzet; hüsn-i mücerretten, cemal-i mücellâ-
dan tecelli eden mukaddes ziynet birbiriyle imtizaç edip
ondan çıkan levn-i nuranî, o şark ve garbın kab-ı kavsey-
ni olan kâbe-i saadetteki tâk-ı muallâsındaki, kavs-i kuze-
hindeki elvan-ı seb’anın lâcivert ve yeşil levninin timsali-
ni göreceksin. lâkin, ittihat cehil ile olmaz. İttihat, imti-
zac-ı efkârdır; imtizac-ı efkâr marifetin şuaıyla olur.
YZ
YÜKSEKTEN BAKMAK İSTEYEN DESSAS BİR pApAzA cEvAp
Bir adam seni çamura düşürmüş, öldürüyor. Ayağını
senin boğazına basmış olduğu hâlde istifham-ı istihfafıy-
la sual ediyor ki: “Mezhebin nasıldır?”
Buna cevab-ı müskit, küsmekle sükût edip yüzüne tü-
kürmektir. tükürün İngiliz-i lâinin o hayasız yüzüne! ona
değil, hakikat namına şudur:
1. S.:
din-i Muhammed nedir?
C.:
kur’ân’dır.
terek.
istifham-ı istihfaf:
küçümseye-
rek, alay ederek soru sorma.
ittihat:
bir olma, birleşme aynı fi-
kirde olma, birliktelik.
kâbe-i saadet:
mutluluk evi, mer-
kezi.
kàb-ı kavseyn:
iki yay mesafesi;
Hz Muhammed’in (a.s.m.) Miraca
çıkışıyla vardığı son nokta, Yüce
Yaratıcıyla müşerref ve muhatap
olduğu makam.
kavs-i kuzeh:
gök kuşağı, ebem
kuşağı.
lâkin:
fakat, ancak.
levn:
renk.
levn-i nuranî:
parlak renk.
lezzet:
zevk, haz, keyif.
marifet:
bilgi, bilme, tanıma, hü-
ner, anlatma, övme, ustalık.
masumâne:
masumca, masum
olana yakışacak surette, suçsuz,
günahsız bir şekilde.
mehasin-i ahlâk:
ahlâk güzelliği,
ahlâkî güzellikler.
melâhat:
güzellik, şirinlik.
melekûtî:
ruha ait, maneviyatla il-
gili.
mezhep:
dinde tutulan yol, dinde
anlayış ve ibadet yolu.
mukaddes:
takdis edilmiş, kutsal,
aziz, temiz.
nakış:
işleme, süsleme.
namına:
adına.
neş’et etmek:
meydana gelmek,
oluşmak, çıkmak.
papaz:
Hristiyan din adamı, rahip.
rahmet:
acıma, merhamet etme.
revabıt:
rabıtalar, bağlar, ilgiler.
ruhanî:
ruha ait, ruh ile ilgili.
rumuz:
remizler, işaretler.
şark:
doğu.
secaya:
seciyeler, huylar, karak-
terler, tabiatlar.
semavî:
Allah tarafından olan, İlâ-
hî.
şevk-i baharî:
bahar neşesi.
şua:
ışık.
sual:
soru.
sükût etmek:
susmak, sessiz kal-
mak.
tâk-ı muallâ:
yüksek kubbe.
tarik:
yol usul meslek vasıta, se-
bep.
tebessüm:
gülümseme.
tecelli etmek:
İlâhî kudret ve sırla-
rın insanlarda ve nesnelerde gö-
rünmesi, Cenab-ı Hakkın güzel
isimlerinin kâinatta ve insanlarda
zahir olması.
tevellüt etme:
doğma, çıkma.
timsal:
suret, şekil.
vücuda gelmek:
meydana gel-
mek, olmak, ortaya çıkmak.
ziynet:
süs, bezek.
aşk-ı şebabî:
gençlikte bulu-
nan, gençliğe ait aşk gençlik
aşkı.
cehil:
cahillik, bilgisizlik, ilim-
den mahrum oluş.
cemal-i mücellâ:
parlak gü-
zellik.
cevab-ı müskit:
susturucu ce-
vap.
cezalet:
ahenkli, akıcı ve güzel
ifade.
civanmerdâne:
sözünde sağ-
lam, iyilik sever, kahramanca.
dessas:
aldatıcı, desiseci.
din-i muhammed:
İslâm dini.
elvan-ı seb’a:
yedi ana renk.
ferah-ı seherî:
seher vaktinin
verdiği rahatlık, ferahlık.
garp:
batı.
hakikat:
gerçek.
halâvet:
tatlılık, şirinlik.
hamiyet:
millî onur ve haysi-
yet.
hâsıl olmak:
meydana gel-
mek.
hayâ:
ar, edep, namus.
hayâsız:
utanmaz, sıkılmaz.
humret:
utanmaktan hâsıl
olan kırmızılık.
hürmet:
saygı.
hüsn-i mücerret:
her hangi
bir boyuta bağlı olmaksızın
bizzat güzel olan şey, kendisi
güzel olan şey.
hüzn-i gurubî:
batışın, kaybo-
lup gidişin verdiği burukluk
hüzün.
imtizaç etme:
kaynaşma,
birbirine karışma, mezcolma.
imtizac-ı efkâr:
düşüncelerin
birbirine kaynaşması, uyuş-
ması.
ingiliz-i lâin:
lânet edilen, her-
kesçe kınanan İngiliz.
işareten:
işaret ederek, belir-
Eski said dönEmi EsErlEri
| 515 |
r
umuz