bilhassa Âl-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kes-
retli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o
vazife-i uzmayı yapmaya çalışır.
Şimdi hakikat-i hâl böyle olduğu hâlde, en birinci va-
zifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve
imanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta
avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen
ve hakikaten hidayet edici, irşat edici manasının tam sa-
rahatini ifade ettiği için, nur Şakirtleri bu vazifeyi tama-
mıyla risale-i nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü
vazifeler buna nispeten ikinci ve üçüncü derecedir diye,
risale-i nur’un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi
Mehdî telâkki ediyorlar. o şahs-ı manevînin de bir mü-
messili, nur Şakirtlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı
manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan
bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona
da veriyorlar. gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat
onlar onda mes’ul değiller. Çünkü, ziyade hüsnüzan,
eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o
kardeşlerimin pek ziyade hüsnüzanlarını bir nevi dua ve
bir temennî ve nur talebelerinin kemal-i itikadlarının bir
tereşşuhu gördüğümden, onlara çok ilişmezdim. Hatta,
eski evljyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde risale-i
nur’u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu diye ke-
şifleri, bu tahkikat ile tevili anlaşılır. demek iki noktada
bir iltibas var; tevil lâzımdır.
Bi r i nc i s i : Ahirdeki iki vazife, gerçi hakikat
noktasında birinci vazife derecesinde değiller; fakat
Emirdağ Lâhikası – ı | 457 |
manen:
mana bakımından, ma-
naca.
mehdî:
hadislere göre ahir za-
manda tevhidi esas alarak imanı
muhafaza edip İslâmiyet’i hurafe-
lerden ve bid’alardan arındırarak
zamanın anlayışına göre yenile-
yecek olan âlim ve önder zat.
meslek:
tutulan yol, sülûk edilen
yer.
mes’ul:
sorumlu, yükümlü.
mümessil:
temsil eden, temsilci.
nesil:
soy-sop, zürriyet.
nevi:
çeşit.
nispeten:
nispetle, kıyaslayarak.
Nur:
Risale-i Nur hizmeti.
sarahat:
ifadedeki açıklık, açık an-
latım.
sehiv:
hata, yanlışlık.
seyyid:
Hz. Muhammed’in (asm)
torunu Hz. Hasan’ın soyundan
olan kimse; Hz. Muhammed’in te-
miz soyundan gelen kimse.
suret:
biçim, tarz, görünüş.
şahs-ı manevî:
manevî şahıs, belli
bir kişi olmayıp bir cemaatten
meydana gelen manevî şahıs.
şakirt:
talebe, öğrenci.
tahkik:
inceleme, araştırma.
tahkikat:
araştırmalar, soruştur-
malar.
tahkikî:
araştırma ve inceleme ile
ilgili, inandığı şeylerin aslını, esasını
bilerek inanma.
talebe:
öğrenci.
telâkki:
kabul etme, bir görüşle
bakma.
temenni:
olmasını veya olmama-
sını isteme; dilek, istek, arzu.
tercüman:
tercüme eden, çeviren.
tereşşuh:
kulaktan dolma, kesin
olmayan haber.
tesanüt:
dayanışma, birbirine da-
yanma ve destek olma.
tevil:
yorumlama, yorum.
umum:
hep, bütün, cümle, her-
kes.
vazife:
dinî mükellefiyet, yüküm-
lülük.
vazife-i uzma:
en büyük vazife.
ziyade:
çok, fazla.
ahirzaman:
dünyanın son za-
manı ve son devresi, dünya
hayatının kıyamete yakın son
devresi.
ahir:
son.
âl-i Beyt:
Hz. Muhammed’in
(asm) ailesinden olan, Hz. Mu-
hammed’in (asm) ev halkı.
asr:
yüzyıl, asır.
avam:
kültürlü, yüksek taba-
kadan olmayan; cahil halk ta-
bakası.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
bilhassa:
özellikle.
cereyan:
akım, fikir, sanat
veya siyaset hareketi.
evliya:
keramet sahibi olanlar,
erenler, velîler, ulular.
fedakâr:
kendini veya şahsî
menfaatlerini hiçe sayan, feda
eden.
gerçi:
her ne kadar.
hakikat:
gerçek, asıl, esas.
hakikaten:
doğrusu, gerçek-
ten.
hakikat-ı hâl:
durumun ger-
çek yönü, işin aslı.
hâl:
durum, vaziyet.
hidayet:
irşat eden doğru yola
ulaştıran.
hüsnüzan:
iyi zan, güzel ka-
naat.
iltibas:
yanlışlık, karışıklık.
iltihak:
karışma, katılma.
irşat:
doğru yolu gösterme,
gafletten uyandırma.
itiraz:
kabul etmediğini belir-
tip karşı çıkma.
keramet-i gaybiye:
gaypla il-
gili keramet, istikbal ile alâkalı
keramet.
kesretli:
çokluğu olan, çok
fazla.
keşif:
gizli bir şeyi bulma,
meydana çıkarma.