Bu hakikat için, hem bu zamanda enaniyet ziyade
hükmettiği için, haddimden çok ziyade olan hüsnüzanla-
rı kendime almıyorum. Ve ben, kardeşlerim gibi, kendi
nefsime hüsnüzan etmiyorum. Hem kardeşlerimin bu bî-
çare kardeşlerine verdiği makam-ı uhrevî, hakikî, dinî
makam ise,
Mektubat
’ta İkinci Mektubun ahirindeki ka-
ideye göre, şahsıma verdikleri manevî hediye olan ke-
malâtı, eğer –haşa!– ben kendimi öyle bilsem, olmama-
sına delildir. kendimi öyle bilmesem, onların o hediyesi-
ni kabul etmemek lâzım geliyor.” Hem kendini makam
sahibi bilmek cihetinde enaniyet müdahale edebilir.
Bir şey daha kaldı ki, dünya cihetinde hakaik-ı imani-
yenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi
tesir eder denilebilir. Bunda da iki mani var.
Bi r i s i :
Faraza velâyet olsa da, bilerek, isteyerek ma-
kam yapmak tarzında, velâyetin mahiyetindeki ihlâs ve
mahviyete münafidir. nübüvvetin vereseleri olan saha-
beler gibi izhar ve dava edemezler; onlara kıyas edilmez.
İ k inc i man i :
pek çok cihetlerle çürütülebilir ve fânî
ve cüz’î ve muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahip olsa, nur-
lara ve hakaik-ı imaniyenin fütuhatına zarar gelir. Fakat
bir nokta var ki, mucib-i şükrandır: ehl-i siyasetteki düş-
manlarım, mezkûr hakikatleri bilmedikleri için, şerefli, iz-
zetli eski said’i düşünüp mütemadiyen nurlar bedeline
benim şahsıma ihanet ve tenkis etmekle meşgul oluyor-
lar. Bazı mutaassıp enaniyetli hocaları da şahsımın aley-
hine çeviriyorlar, güya nurları söndürmeye çalışıyorlar.
Emirdağ Lâhikası – ı | 391 |
kendini değersiz gösterme.
makam:
manevî mevki.
makam-ı uhrevî:
ahirete ait ma-
kam.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan.
mâni:
engel.
mezkûr:
zikredilen, adı geçen, anı-
lan.
mucib-i şükran:
şükür ve teşek-
kür etmeyi icap ettiren.
mutaassıp:
bir meseleyi müda-
faada ifrata varan, körü körüne bir
fikre bağlı olan, bağnaz.
muvakkat:
geçici.
müdahale:
karışma, el atma,
araya girme, sokulma.
münafi:
zıt, aykırı.
mütemadiyen:
sürekli olarak, de-
vamlı.
nefis:
kişinin kendisi, iyiliğe de kö-
tülüğe de meyli olan duygu.
neşir:
herkese duyurma, yayma,
tamim.
nokta:
konu, konu ile ilgili önemli
bölüm.
Nur:
Risale-i Nur eserlerinin her
biri.
nübüvvet:
nebîlik, peygamberlik,
Allah elçiliği.
sahabe:
Peygamberimiz Hz. Mu-
hammed’in mübarek yüzünü gör-
mekle şereflenen ve onun soh-
betlerine katılan mü’min kimse.
şeref:
onur, haysiyet.
tenkis:
kusurlu hale getirme.
tesir:
etki.
vazifedar:
vazifeli.
velâyet:
velî ve ermiş olan kim-
senin hâli ve sıfâtı.
verese:
vârisler, mirasçılar, miras
alanlar.
ziyade:
çok, fazla.
ahir:
son.
aleyh:
karşı, karşıt.
bedel:
değer, kıymet, karşılık,
karşı.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
cihet:
görüş, görüş açısı.
cihet:
sebep, vesile, mucip,
bahane.
cüz’î:
küçük, az.
dava:
iddia.
delil:
iz, nişan, emare.
ehl-i siyaset:
ülkenin idare-
siyle meşgul olanlar, siyaset
adamları, politikacılar.
enaniyet:
kendini beğenme,
bencillik, egoistlik.
fânî:
muvakkat, geçici.
faraza:
farz edelim ki, öyle sa-
yalım ki, söz gelişi.
fütuhat:
fethetmek, yayılmak.
güya:
sanki.
hakaik-ı imaniye:
imana ait
hakikatler, imanî gerçekler.
hakikat:
gerçek, asıl, esas.
hakikî:
doğru, gerçekten.
hâşâ:
asla, katiyen, öyle değil,
Allah göstermesin.
hüküm:
hakimiyet, hakim
olma.
hüsnüzan:
iyi zan, güzel ka-
naat.
ihanet:
hainlik, kötülük etme.
ihlâs:
samimiyet, bir ameli
başka bir karşılık beklemeksi-
zin, sırf Allah rızası için yapma.
izhar:
gösterme, açığa vurma.
izzetli:
şeref ve itibar sahibi.
kaide:
kural, esas, düstur.
kemalât:
faziletler, iyilikler,
kemaller, olgunluklar, mü-
kemmellikler.
kıyas:
karşılaştırma, oranlama.
mahiyet:
bir şeyin aslı, esası,
niteliği.
mahviyet:
alçak gönüllülük,