Bu defa istinsah ettiğiniz risaleler çok güzel olmuştur. Senin gayret ve samimiyet ve ciddiyetini bana gösterdiler ve Re’fet tembel değildir, ispat ettiler. Onları tashih edip göndermiştim.
Sonra işittim ki, getiren adam İslâmköy’ünde bırakmış. Otuz Birinci Mektub’un Üçüncü, Dördüncü Lem’a’larını yazmaya vakit bulamadım. Korkuyorum ki, onların da “İzâ câe nasrullâhi” sırrı gibi, mevsimi geçerek, sonra güzel yazılmamış olsun. İnşaallah, sizlerin iştiyakı beni çalıştıracak. Fakat bu Şuhur-u Selâse çok kıymettardır; Leyle-i Kadrin sırrıyla seksen sene bir ömrü kazandıracak bir vakitte, en iyi, en efdal şeylerle meşgul olmak lâzım geliyor. İnşaallah, Kur’ân’a ait mesâille iştigal, bir nevi manevî mütefekkirâne Kur’ân okumak hükmündedir. Hem ibadet, hem ilim, hem marifet, hem tefekkür, hem kıraat-ı Kur’ân manaları risalelerin istinsah ve mütalâalarında vardır itikadındayız. Zaten bu ciheti siz takdir etmişsiniz.
Barla Lâhikası, 257. mektup, Y. Asya Neş.-2017, s. 376
LÛGATÇE:
istinsah: Nüshasını yazma, örneğini çıkarma, kopya etme.
Şuhur-u Selâse: Üç Aylar; Receb, Şaban ve Ramazan.
efdâl: Daha faziletli, daha üstün.
mesâil: Meseleler.
mütefekkirâne: Tefekkür ederek, derin ve dikkatli düşünerek.
marifet: Bilme, derin bilgi; iman ilmi, marifetullah.
kıraat-ı Kur’ân: Kur’Ân okumak.
mütalâa: Düşünerek, anlayarak okuma.
***
Risale-i Nur’dan Cezaevi Mektupları
Fenler, kendi dilleriyle Allah’ı tanıtıyor
Altıncı Mesele
Risale-i Nur’un çok yerlerinde izahı ve kat’î hadsiz hüccetleri bulunan “iman-ı billâh” rüknünün binler küllî bürhanlarından bir tek bürhana kısaca bir işarettir.
Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlık’ımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” dediler.
Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla, mütemadiyen Allah’tan bahsedip, Hâlıkı tanıttırıyorlar, muallimleri değil, onları dinleyiniz.
Meselâ, nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var. Şüphesiz, gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir. Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıp mikyasıyla küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâl’i, hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.
Hem meselâ, nasıl bir harika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor; şeksiz, bir fabrikatörü ve maharetli bir makinisti tanıttırır. Öyle de, küre-i arz denilen yüz binler başlı, her başında yüz binler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbaniye, ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derecede, okuduğunuz fenn-i makine mikyasıyla, küre-i arzın ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır.
(Devamı var)
Şuâlar, On Birinci Şuâ, Altıncı Mesele, s. 229
LÛGATÇE:
hüccet: Delil.
iman-ı billâh: Allah’a iman.
bürhan: Kesin delil.
küllî: Umumî, genel.
Hâlık: Her şeyi yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
lisan-ı mahsus: Kendisine ait dil.
küre-i arz: Yer küre, dünya.
zîhayat: Hayat sahibi.
eczahane-i kübra: En büyük eczahane.
makine-i Rabbaniye: Her şeyi terbiye ve idare eden CenÂb-ı Hakk’ın makinesi, programı, sistemi.