Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimâldir ki, onu
korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedâniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?” der, evhâma düşer.
İbâdetin, çendan, zahirî bir ağırlığı var. Fakat, mânâsında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez. Çünkü, âbid, namazında der: Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Yani, “Hâlık ve Rezzâk, Ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, Onun elindedir. O hem Hakîmdir, abes iş yapmaz. Hem Rahîmdir, ihsanı, merhameti çoktur” diye itikad ettiğinden, her şeyde bir hazîne-i rahmet kapısını bulur. Duâ ile çalar. Hem herşeyi kendi Rabbinin emrine musahhar görür. Rabbine ilticâ eder; tevekkül ile istinad edip, her musîbete karşı tahassun eder. İmânı ona bir emniyet-i tâmme verir.
Evet, her hakikî hasenât gibi, cesâretin dahi menbaı imândır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi, cebânetin dahi menbaı dalâlettir.
Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimâldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedâniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?” der, evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hânelerini terk ettiler.)
Evet, insan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermâyesi hiç hükmünde. Hem nihayetsiz musîbetlere mâruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde birşey. Adetâ sermâye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.
Bu derece âciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibâdet, tevekkül, tevhid, teslim ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir ni’met olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder. Mâlûmdur ki, zararsız yol, zararlı yola velev on ihtimâlden bir ihtimâl ile olsa tercih edilir. Halbuki, meselemiz olan ubûdiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz ihtimâl ile bir saadet-i ebediye hazînesi vardır. Fısk ve sefâhet yolu ise hattâ fâsıkın itirafiyle dahi menfaatsiz olduğu halde, ondan dokuz ihtimâl ile şekâvet-i ebediye helâketi bulunduğu, icmâ ve tevâtür derecesinde, hadsiz ehl-i ihtisâsın ve müşâhedenin şehâdetiyle sabittir ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbarâtıyla muhakkaktır.
Elhâsıl, âhiret gibi dünya saadeti dahi, ibâdette ve Allah’a asker olmaktadır. Öyle ise biz dâimâ, El-hamdü lillâhi ala’t-tâati ve’t-tevfîk (Emirlerine itaate ve hayırlı işlerde başarıya ulaştırdığı için Allah’a hamd olsun) demeliyiz ve Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.
Sözler, Üçüncü Söz, s. 25
LÛGATÇE:
çendan: Gerçi.
âbid: İbadet eden, kul.
istinad: Dayanma.
tahassun: Sığınma.
emniyet-i tâmme: Tam bir emniyet, güven, huzur.
seyyiât: Kötülükler.
cebânet: Korkaklık.
münevverü’l-kalb: Kalbi nurlanmış, imanla aydınlanmış olan.
kudret-i Samedâniye: Herşey kendisine muhtaç olan Allah’ın gücü.
münevverü’l-akıl: Aklı nurlanmış, aydınlanmış olan.
ubûdiyet: Kulluk.
fısk: Günah.
sefâhet: Gayrimeşrû eğlenceler, hareketler.
şekâvet-i ebediye: Sonsuz sıkıntı, azap.
icmâ: Fikir birliği. Bir meselede âlimlerin ittifak etmesi.
tevâtür: İçinde yalan ihtimali bulunmayan ve birbirlerine kuvvet veren haberlerden oluşan büyük bir topluluğa ait haber.