Ben kalben arzu ederim ki; çelik ve demir gibi sebatkâr Isparta ve civarındakiler gibi metin kahramanlar (Hüsrevler, Hafız Aliler gibi) Kastamonu tarafından dahi burada görünsün. Hadsiz şükür ediyorum ki; Kastamonu vilâyeti, benim arzumu tam yerine getirdi, müteaddid kahramanları imdadımıza gönderdi. Hayalimde her vakit bulunan, fakat isimlerini yazamadığım için yanınızda fedakâr kardeşlerime birer birer selâm ve selâmetlerine dua ederim.
***
Aziz, Sıddık, Sebatkâr ve Vefadar Kardeşlerim!
Sizi müteessir etmek veya maddî bir tedbir yapmak için değil, belki şirket-i maneviye-i duaiyenizden daha ziyade istifadem için ve sizin de daha ziyade itidal-i dem ve ihtiyat ve sabır ve tahammül ve şiddetle tesanüdünüzü muhafaza için bir halimi beyan ediyorum ki: Burada bir günde çektiğim sıkıntı ve azabı, Eskişehir’-de bir ayda çekmezdim. Dehşet- li masonlar, insafsız bir masonu bana musallat eylemişler; tâ hiddetimden ve işkencelerine karşı “Artık yeter!” dememden bir bahane bulup, zalimâne tecavüzlerine bir sebep göstererek yalanlarını gizlesinler. Ben, harika bir ihsan-ı İlâhî eseri olarak şâkirâne sabrediyorum ve etmeye de karar verdim.
Madem biz kadere teslim olup bu sıkıntıları, “İşlerin en hayırlısı, en zor ve en sıkıntılı olanıdır.” (Hadis: Keşfü’l-Hafâ, 1:155.) sırrıyla, ziyade se-vap kazanmak cihetiyle manevî bir nimet biliyoruz; madem geçici, dün-yevî musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor ve madem hakka’l-yakîn derecesinde yakînî bir kat’î kanaatimiz var ki, biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir; elbette biz bu sıkıntılı haller ile müftehirâne, müteşekkirâne bir mücahede-i maneviye yapıyoruz, diye şekva etmemek lâzımdır.
Aziz Kardeşlerim!
Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza; enaniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.
Said Nursî
***
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Bu müddeiumumun iddianamesinden anlaşıldı ki; hükûmetin bazı erkânını iğfal edip aleyhimize sevk eden gizli zındıkların plânları, akim kalıp yalan çıktı. Şimdi, bahane olarak cemiyetçilik ve komitecilik isnadıyla yalanlarını setre çalışıyorlar. Ve bunun bir eseri olarak, benimle kimseyi temas ettirmiyorlar. Güya, temas eden, birden bizden olur. Hatta büyük memurlar da çok çekiniyorlar ve bana sıkıntı verdirmekle kendilerini âmirlerine sevdiriyorlar. Hususan ben, itiraznamenin ahirinde, bu gelen fıkrayı diyecektim; fakat bir fikir mâni oldu. Fıkra şudur:
Evet, biz bir cemiyetiz! Ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz milyon dâhil mensupları var ve her gün beş defa o mukaddes cemiyetin prensipleriyle kemal-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar ve “Mü’minler kardeştirler.” (Hucurat Suresi: 10.) kudsî programıyla birbirinin yardımına dualarıyla ve manevî kazançlarıyla koşuyorlar.
İşte, biz, bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız. Ve hususî vazifemiz de, Kur’ân’ın imânî hakikatlerini tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve daimî haps-i münferidden kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.
Şualar, s. 342
LÛGATÇE:
erkân: reisler, ileri gelenler.
hakka’l-yakîn: marifet mertebesinin en yükseği; bir şeyi yaşayarak, içine girerek, doğruluğundan şüpheye asla yer bırakmayacak biçimde kesin olarak bilme.
iğfal: yanıltma, gaflete düşürerek kandırma, aldatma.
itidal-i dem: soğukkanlılık.
müddeiumum: savcı.
müteaddid: çok sayıda, bir çok.
şâkirâne: şükrederek, şükredercesine.
şekva etmek: şikâyet etmek.
şirket-i maneviye-i duaiye: duadaki manevî ortaklık, manevî dua ortaklığı.
tahaffuz: korunma, sakınma.
tesanüd: dayanışma.
yakînî: şüphe edilemeyecek derecede kesin bir şekilde.Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza