Uzunca bir süredir ümitsiz vak’a olarak bakılan “eğitim” konusu, MEB’in direksiyonuna yeni bir ismin gelmesiyle, yine bütün cazibesiyle ülkenin sıcak gündemine oturdu.
İstesek de istemesek de yumuşak karnımızdı, sancıyan sol yanımızdı. Evet, orda bir “eğitim” var uzakta, umursasak ta umursamasak ta! Sait Halim Paşa’nın “Milletleri kendine özgü fikirleri, ülküleri vardır. Eğer öyle olmasaydı; sosyoloji ilmiyle, zooloji ilmi arasında bir fark olmazdı” ifadesi gereği millet olmamızın da bir gereğidir bu kaygı. Sürdürülebilir kalkınmanın temel unsurlarından biridir; eğitim. Bir ülkenin kaderi bilimde, sanatta, kültürde iyi yetişmiş kişilerin katma değerine bağlıdır. Bu sebeple istenilen eğitim düzeyi sağlanamazsa, kalkınmanın diğer bileşenlerin de pek esprisi kalmayabilir. Çünkü sistem bileşik kaplar misali biri birine entegredir. Eğitim iyi değilse, ekonomi de iyi değildir, sağlık ta, çevre bilinci de. Kısaca, insanca yaşamaya dair her ne varsa!
Temel Eğitim Kanunu’nda eğitim felsefesinin amaçları, ilkeleri dört başlıkta özetlenir; iyi insan, iyi vatandaş, iyi üretici, iyi tüketici yetiştirebilmek (İ. Aydın, 2016). İyi insan olmak özünde bireysel tatmini getirir. İnsanın kendini de iyi hissetmesine sebep olur. İyi vatandaş olmak toplumsal faydayı, yani bir işe yarama duygusunu ihtiva eder. İyi üretici olmak, içinde yaşadığımız toplum ve insanlık adına bir şeyler üretmeyi esas alır. İyi tüketici olmak ise sınırlı kaynakları düşünerek, elde bulunanları israf etmeden bilinçli kullanmayı öngörür. Okullar ve sahip olduğu insan kaynakları ise yukarıda sayılan amaçları sağlamaya yönelik hizmet veren ve sonuçta profesyonel meslek erbabı yetiştirmeyi üstlenen kurumsal ortamlardır. Yukarıdaki nitelikteki profesyonel insan profili toplumun bütün katmanlarını yakından ilgilendirdiği için haliyle eğitim alanında toplumun bütün katmanlarının bir beklenti içinde olması ve eğitim üzerinden değerlendirmeye katılması oldukça tabiîdir. Herkes karanlıkta filin bir taraflarını tutan insanların fili tarif etmesi gibi kendine ilişen yönüyle eğitimle ilgili görüşlerini, düşüncelerini, beklentilerini ve kaygılarını seferber eder. Diğer ülkelerin eğitim başarılarından yola çıkarak sıralamadaki yerimiz üzerine istatistiki mukayeseler yapılır. Millî ruh gibi eğitimi etkileyen kültürel ögelerden söz edilir. Bazen şahıslar kendi aralarında sistemi bozulur, yeniden kurulur birkaç saatlik hararetli tartışmalarda.
Eğitimin kuramsal boyutunu değerlendiren pek çok teorisyen olduğu için pratik yönü üzerinde durmayı yeğliyorum. Şu soruyu sorarak başlamak istiyorum: Sizin için çocuğunuz ne ölçüde değerli ve bunu ona ne kadar hissettirebiliyorsunuz? Bu sorunun muhatabı ebeveynle birlikte okul ortamındaki eğitmen kadrosu da olabilir. Meselâ, bir köy yerindeki geçimimizi temin ettiğimiz mallarımız kadar değerli mi? Veya yoğunluğu içinde çırpınan bir babanın, bir yerlere bir şeyler ispatlamak durumunda olan bir annenin veya tam tersi önceliği kadar değerli mi? Veya kimliği yaptığı işin önüne geçen bir bürokratın, teknokratın, özgül ağırlığı kadar önemi var mıdır çocuklarımızın? Sorular çoğaltılabilir.
Bir gün Şanlıurfa’da bir Anadolu Lisesi’nin müdürünü ziyarete gitmiştim. Koridorda ilerlerken duvardaki hastane duvarlarında hemşirenin yaptığı “Sessiz olunuz!” işaretine benzer bir ikaz yazısı dikkatimi çekti. “Lütfen sessiz olunuz! Burada; geleceğin, cumhurbaşkanı, başbakanı, milletvekili, valisi, kaymakamı, hâkimi, savcısı, doktoru, hemşiresi, mühendisi vesaire ders çalışıyor.” Burada hem öğrenciye değer atfetme, hem de bir misyon ve özgüven yüklemenin inceliği yatıyordu. Bu türden öğrenciyi odağa alan güzel örnekler yaygınlaştırılmalıdır.
“Bana bir harf öğretenin, kırk yıl kölesi olurum” söyleminden yola çıkarak eğitimi gönüllülük esasına dayandırmak, öğretmenlik mesleğine de kutsallık atfetmek çok iddialı ve abartılı bir yaklaşım olmaz. Aslında mesleği kutsallaştıran ona yüklenen özveri ve fedakârlık misyonudur. 2013 yılında TED Üniversitesinde “Eğitim Siyaseti Nedir?” isimli forum gerçekleşmişti. Forumda iki gün boyunca eğitimin farklı bileşenleri farklı simalarca tartışıldı. Bu forumda 2500 civarında eğitimci arasında yer aldığım ve istifade ettiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Forumda öne çıkan anahtar kelime eğitimciler için “vicdan” kavramıydı. Üstelik bu kavramı dile getiren sırça stüdyolardan değerlendirme yapan bir isimdi. Şaşırdım; fena ve fani bir insanın güzel ve baki bir tesbiti, diye düşündüm. Vicdanlı bir öğretmen eğitim sisteminin öznesi, adeta köşe taşı olabilir. Eğer isterse! O halde öncelikle vicdanlara dokunmak lâzım ki, onlar da diğer dimağlarda ilmi, irfanı tezahür ettirebilsin. Bu durumda değer görmesi gereken ve önünde yeniden saygıyla eğilmenin sağlanması gereken insan öğretmenlerimizdir. Peşinen belirteyim; Alo147 gibi öğretmeni itibarsız hale getiren eğitmenlik kavramını bilemeyenlerin ürettiği gibi bir fikrin kaldırılmasını önemsiyorum.
Diğer bir sorun da eğitimde adalet duygusunun yeniden tesis edilmesidir. Özellikle, öğretmenlik ataması sırasında kritik sınavdan yüksek almasına rağmen mülâkat sınavında elenen öğretmen adaylarının durumu kamu vicdanında önemli bir yaradır. Kimse yapılan bu haksız muameleye kendince haklı gerekçe uyarlamamalı. Yıllarca ailesinin kıt kanaat imkânlarıyla bir yerlere gelmeye çalışan öğretmen adaylarının duygularıyla, hayalleriyle oynamak eğitimde duyulması gereken güven duygusunu dolayısıyla işlenmesi gereken vicdan duygusunu zedeler. Verimliliğin arttırılması adına ailesinden 6 yıl ayrı çalışmaya imza atan sözleşmeli öğretmenlere de kulak verilmesi gerekir. Kültürel dokumuzda sağlıklı nesiller için aile bütünlüğü önemlidir.
Eğitim sistemimizi uzun uzadıya tartışmayı abesle iştigal görüyorum. Hele bürokrasideki liyakat, ehliyet kavramları üzerinden yapılan kısır polemiklere hiç girmiyorum. Çünkü sistem koyucular zaten bildiğini okuyorlar. Tek dileğimiz, sistem üzerindeki revizyonların kısa vadede değil, uzun vadede planlanması, uygulanabilir olması, kimlikler üzerinde iz bırakma sendromuyla olmaması, kısaca; “etrafına cami, ağyarına mani” türünden olmasıdır. Eğitimciler cenahından bakılınca “Gölge etme, başka ihsan istemem senden” misalinde olduğu, gelenin gideni aratmayacağı “Allah razı olsun, bir sistem getirdiler, herkesi ve her kesimi memnun ettiler” kabilinden derde deva, sadra şifa olmasıdır.
Bediüzzaman, eğitim açısından toplumsal açmazlarımızı sosyolojik tahlilde sıralarken “Bizim düşmanımız; cehalet, zaruret, ihtilâftır” der. Bu açmazları aşmanın yolunu ise; “San’at, marifet, ittifakla olabilir” şeklinde tarif eder. Zaruretler ilmin babasıdır, anlayışıyla psikolog Prof. Dr. Acar Baltaş, “Acı, üzüntü, hayal kırıklığı ve başarısızlık yoksa bir hayatın içinde, o hayattan bir hikâye çıkmaz” diyerek, makûs talihe küsmek karanlığa teslim olmayla aynı kapıya çıktığını vurgular. Rus yazar Grigory Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” isimli eserinde bugün dünya eğitim başarısı sıralamasında en başta yer alan Finlandiya’nın 1900’lü yıllardaki devlet olabilme çabasıyla kurum ve kimlik olgusunu kazanırken verdiği eğitim seferberliğinin mimarı olan halk kahramanı Snellman ve eğitim politikalarında hâlâ geçerli olan “Eğitimde kaybedilecek bir insan bile yoktur” anlayışından bahsedilir (G. Petrov, Çev.: 1971). Bu bağlamda bizim de eğitim alanında destanlar yazabilecek eğitim kahramanlarına ihtiyacımız var. Aksi halde 2015 PISA sonuçlarında 50’lerin gerisinde kalmaya mahkûm olmaya devam ederiz (S. Yılmaz, 2018).
1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu’nda yer alan genel amaçlarında eğitimin kavramsal boyutu; “Beden, zihin, ahlâk, ruh ve duygu bakımından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip; insan haklarına saygılı; kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek” olarak tarif edilir. Son günlerde Millî Eğitim Bakanı Ziya Selçuk ise; bakanlık olarak paradigma değişikliğine gidileceğini, çocuklarımızın bir kanadı bilim, diğer kanadı ahlâk ve erdem olarak çift kanatlı yetiştirileceğini, ifade etti. Aslında var olan paradigma güncellenip yeniden işlev kazanacağının işaretini vermiş oldu. Çocuklarımıza bilim, san’at, felsefe gibi kültürel muhtevalı akademik çalışmalarının yanı sıra değer, erdem, ahlâk, etik gibi kavramları da eğitim örüntüsünün içinde verilmelidir. Yanmadan yakılamayacağı için bu hususta ebeveynlerimize ve öğretmenlerimize büyük ödevler düşmektedir. Kitap okuma alışkanlığını yaygınlaştırmak bütün bu dertlere deva olabilir.
Sonuç olarak, tam eğitimde çıkmaz sokaktayız derken, her şeyi ters köşe edebileceğine, ezberleri bozabileceğine inanılan bir ismin eğitimle ilgili bir kurumun başında olması bir şans olabilir. Bu bağlamda yeni Millî Eğitim Bakanı’na büyük bir yükümlülük doğuyor. Bu görevlendirmenin ne şehir efsanesine dönüştürülmesi ne de gıyapta afili sözlerin sarf edilmesi omuzlara yüklenen bu yükümlüğü hafifletmeyecektir. Hükümet kalbe değil, ele bakar sözünün gerçekliğinde herkes söz değil, icraata bakacaktır.
Yarınların ümit vadetmesi adına son cümlemiz eğitim adına örnek bir aktivist olan Malala Yousefzai’den olsun: “Bir çocuk, bir öğretmen, bir kitap ve bir kalem, dünyayı değiştirebilir. Eğitim, tek çözüm.”
Kaynaklar:
1- İnayet Aydın, Eğitim ve Öğretimde Etik.(8. Baskı), PEGEM-Akademi, (Ankara, 2016).
2- Grigory Petrov, Beyaz Zambaklar Ülkesinde, Çeviri, Zafer Yayınları (İstanbul, 1971).
3- Süleyman Yılmaz, Editör, Yerelden Evrensele Eğitim Sistemleri, Vize Yayınları, (Ankara, 2018).