1980 darbesi öncesinde demokratlar, bürokratik ve akademik alanda da demokratlığını göstermiş ve işleri; liyakati esas alarak kişilere tevdi etmişlerdi.
DİZİ: Yeni Asya Ekolü - (Kişisel bir deneme) - 2
Prof. Dr. Süleyman Yılmaz - ASÜ Eğitim Fakültesi
Fakülteden mezun olduktan sonra öğretmen yeterlilik sınavını kazanarak Aksaray Ağaçören’de öğretmenliğe başlamıştım. Asker öğretmenlik sonrası Sivas Gemerek Sızır Kasabasına öğretmen olarak atanmıştım. Bu yıllar Refah Partisinin yükseliş yıllarıydı. Öte yandan Gülen grubu da önce küçük küçük kurduğu dershanelerle, ardından kurduğu kolejlerle sosyal hayatta eğitim alanında boy göstermeye başlamıştı. Genel seçimlerde Doğru Yol Partisinin Genel Başkanı Süleyman Demirel Başbakanlığında, Sosyal Demokrat Halkçı Parti Genel Başkanı Erdal İnönü’yle koalisyon ortaklığı kurulmuştu. Turgut Özal’ın ani ölümüyle boşalan Cumhurbaşkanlığına Süleyman Demirel seçilmiş ve koalisyonda Doğru Yol Partisini artık Tansu Çiller temsil etmeye başlamıştı. Üç yıllık MEB’te öğretmen olarak yaptığım kamu hizmetinden sonra Harran Üniversitesinde açılan araştırma görevlisi sınavını kazanarak, akademisyenliğe ilk adımlarımı atmaya başlamıştım. Harran Üniversitesi sosyal ve siyasal anlamda hayatı tanımam, kişiliğimi geliştirmem için hayatımı tanzim eden iyi bir yol haritası oldu. Bu süreçte, 1980 sonrası Yeni Asya’dan ayrılan meşveret akımının bürokratik ve akademik anlamda güçlendiğini siyasetin rüzgârıyla mülkî amirliklerde, üniversite yönetimlerinde rol aldıklarını müşahede ettim. Siyasî olarak mesafe koydukları Demirel demokratlığını göstermiş ve liyakatı esas alarak iyi görevler tevdi etmişti bu akımın mensuplarına. Ama 1980 sonrasında tercihlerle yaşanan ayrışmanın tartışması hâlâ devam ediyordu. İhtilâli ve Anayasasını desteklemeleri yetmiyormuş gibi, “Neden bizden fikren ayrı düştünüz der gibi” ithamlarda bulunuyorlardı.
28 ŞUBAT BİR TURNUSOL KÂĞIDI OLDU
İslâmî camialar kendi aralarında yaşadıkları kayıkçı kavgalarını sürdürürken “derin güçler” 28 Şubatın yol haritasını ve pilot uygulamalarını planlıyordu. Bu dönemin siyasal unsurunu Refah Partisinin Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın başbakanlığında ve Doğru Yol Partisinin Genel Başkanı Tansu Çiller’in yardımcılığında kurulan Refah-Yol Hükümeti temsil etmekteydi. Muhafazakâr kesimler, merhum Demirel’in ifadesiyle kendisine altın tepside sunulan siyasal imkânları maalesef yanlış uygulamalar ve söylemlerle elinin tersiyle itmiş oldu. Refah Patisinin hükümette yer aldığı günden beri dillendirilen bu söylemler arasında, hatırlanılması gereken en dikkat çekici cümleler; “İmam Hatipler bizim arka bahçemizdir”, “Rektörler başörtülülere selam durak”, “Bir inkılâp, değişim olacak, ama kanılı mı kansız mı olacak” gibi kişisel düşüncemle söylemem gerekirse, çok da gerekli olmayan cümleler dönemin amil unsurlarını, derin güçlerini oldukça rahatsız etmişti. Hiç unutmam, Sivas’ta çalıştığım ailecek görüştüğümüz milli görüş geleneğinden gelen bir dostumuz, kaygılanarak; “Yahu hoca ne dediğinin farkında mı acaba? Bu konuşmalar başına iş açabilir” demişti. Tüm bu potansiyel birikimler sonrasında post modern darbeyle, askerî dikta Refah-Yol Hükümeti işlevsiz hale getirilmiş ve istifaya zorlanmıştı. Başbakanın şakaklarından inen ter damlalarının basına yansıdığı MGK toplantısı bu tarihe rastlamış ve dönemin başbakanı hiçbir direnç sergileyemeden görevini bırakmak durumunda kalmıştır.
Aslında İslâmî cemaatler için 28 Şubat bir turnusol kâğıdı olmuştur. Cemaatler kamuda dindarları tasfiye için sergilenen şiddetli tutumlarda ilginç bir imtihan vermişlerdi. Üniversitelerde duruşunu koruyan ve koruyamayan kesimler bariz şekilde ayrıldı. Başörtüsü takan öğrenciler okuldan atılmış ve kamu çalışanlarının taviz vermeyenlerinin ise kamu görevlerine son verilmişti. Direnç sergilemeden gelen talimatla başına açanlar ise öğrencilik ve memuriyet haklarını korumuşlardı. Merakı izale etmek için açıyorum; Gülen grubu okulda ve görevde kalmayı tercih edenler arasında yer almıştı. Tam burada Yeni Asya Gazetesinin ve mensuplarının tavizsiz duruşu, olaya yaklaşımı, gazeteden atılan manşetler gurur vericiydi. Yeni Asya Gazetesi, neşriyat temsiliyeti olmayanların da hakkını, hukukunu cesurca savunuyordu. Gülen grubu Ecevit’in Demokratik Sol Partisinden milletvekili çıkararak dümeni Ana-Sol-M Hükümetinden yana kırmıştı. Ana-Sol-M Hükümeti 28 Şubat’ın kadim uygulayıcısı olmuş ve dinî değerlerine düşkün Anadolu insanını canından bezdirmişti. Kamusal alan ve hatta dışında giyim kuşama o kadar müdahale edildi ki, önerilen kanun hükmünde kararnameler sosyal demokrat kimliği ön planda olan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’i bile çileden çıkarmıştı. Ülke, Anayasa kitapçıklarının havada uçuştuğu günleri yaşadı. Yaşanan inişler, çıkışlar, hengâmeli süreçler, bunalan halkın siyaset sahnesine yeni girmiş olan Ak Partiye yönelmesine yol açtı.
DİNÎ HÜRRİYETLERE BASKI AK PARTİ’Yİ İKTİDARA GETİRDİ
Çukurova Üniversitesindeki doktora çalışmamı tamamlayıp döndüğümde ülkenin siyasî tercihleri değişiyordu. Dinî özgürlükleri kısıtlanan vatandaşlar tepki olarak ve taze bir kana ihtiyaç duyarak Ak Parti Hükümetinin kurulması yönünde tercih sundu. Ak Parti, tıpkı Anavatan Partisindeki dönemdeki kadar anayasa yapabilecek bir Meclis aritmetiğini temsil ediyordu. Parlamenter sistemde Ak Parti’nin siyasal gücü, verilen kararlar üzerinden hâlâ Cumhurbaşkanlığı bariyerine tosluyordu. Cumhuriyet tarihinde rekor düzeyde veto kararı bu dönemde verilmişti. Ak Parti’nin siyasal arenada etkin rol alması, Yeni Asya ekolünden ayrılan meşveret akı-mının ve Gülen grubunun burada yanaşık düzende yer almasına yol açtı. Etkili bir kemer sıkma politikasının yürütüldüğü Ana Sol-M Hükümetin-den sonra yönetimi devralan Ak Parti Hükümeti 28 Şubat sürecinde temel hak ve hürriyetlerde yaşanan büyük problemlerden sonra Avrupa Birliğine yönelmiş, adalet anlayışını Kopenhag Kriterlerine göre şekillendirmenin gayretine girmiştir. Etnik ve mezhebî unsurları, azınlıkların temel haklarını içine alan Demokratik Açılım Süreci bu gerekçelerle başlatılmıştı. Ülkenin sürdürülebilir kalkınma modeli; eğitim, ekonomi, sağlık, çevre, temel hak ve hürriyetler gibi temel unsurlara dayandırılmıştı.
DENGELİ VE MESAFELİ DURMA MESAJI
Peki, Yeni Asya Gazetesinin gelişen siyasî konjonktürde duruşu neydi, tercihi ne yöneydi. Yeni Asya Gazetesi imtiyaz sahibi merhum Mehmet Kutlular, geçmişten gelen tecrübelerine dayanarak “siyasal İslâmcılar”ın anlayış ve hareket tarzları sebebiyle ortak paydada buluşma şanslarının olmadığı, dengeli ve mesafeli durulması gerektiği mesajını vermişti.
Gazetenin imtiyaz sahibi Kutlular’ın verdiği mesaj, Yeni Asya Gazetesinin temsiliyetinde bulunduğu Nur Talebeleri tarafından kabul görmüştü. Bunun yanında benim de içinde bulunduğum Akademik Dayanışma, Araştırma ve Geliştirme Vakfı (ADAG Vakfı) mensupları, Ak Parti Hükümetine temel hak ve hürriyetlere soluk getirebileceği ümidiyle bir şans verilmesi gerektiğini düşünüyordu. ADAG Vakfı gerek Yeni Anayasa, Demokratik Açılım, Yükseköğretimin yeniden yapılandırılması, yeni MEB sistemi, Aile Politikaları, gerekse terör ve feodalite konularında Ak Parti Hükümetine hiçbir siyasî beklenti olmaksızın bilimsel verilerle ve önerilerle hazırlamış olduğu raporlarla tavsiyelerde bulunmuştu.
SİYASAL İSLÂM-GÜLEN GRUBU ORTAKLIĞI
Ak Parti Hükümeti, çevresinde yer alan ve bürokrasi ve siyasette imtiyaz sağlayan meşveret akımı ve Gülen grubu sebebiyle, ADAG Vakfı olarak sunduğumuz akademik katkıya rağmen Yeni Asya ekolündeki isimlere pek sıcaklık sergilemedi. 1980’de siyasetten uzak durduğunu belirten ve neşriyatla hizmet etmeye önem vermeyen meşveret akımının işyeri ve bürolarında Gülen grubunun yayın organı olan Zaman Gazetesini görmek mümkündü. Yeni Asya gazetesini itici bulanlar, Zaman Gazetesini daha sempatik buluyorlardı. Gerekçe olarak kimisi çocuklarını onların dershanesine gönderdiğinden mecburen aldığını, kimisi ticarî kaygılardan doayı aldığını dile getiriyordu. Zaten o dönem siyaset başta olmak üzere bürokraside, pek çok dâhilî ve haricî alanda Gülen grubu oldukça etkiliydi. İkbal kaygısına düşenler soluğu onların yanında alıyordu. Ülkenin siyasetini, gündemini, toplum mühendisliğini onlar dizayn ediyordu. Ak Parti Hükümetinin siyasal ve sosyal işleyişte bize destek verseniz de vermeseniz de bizim için çok önemi yok şeklindeki tutumunun arka planında bu güç paylaşımı yatıyordu.
Ergenekon, Balyoz ve Sarıkız gibi cemaat eksenli operasyonlar, cemaatle siyasetin ilişkilerinin perçinlendiği paydaşlık anlayışını doğurdu. Yargı cenahında eli zayıflayan Ak Partinin yeniden elinin güçlenmesine zemin teşkil etti. Cemaat ve siyaset bariz bir şekilde kazan kazan politikası uyguluyordu. Ulusalcı kesimin gücü günden güne çökertiliyor, itibarsızlaşıyordu. Referandum sürecinde Gülen grubu canhıraşane çalışmış, neredeyse “mezardan ölülerini çıkarmak” istercesine çaba sarf etmiştiler. Bu yaklaşım cemaatin hükümet nezdinden takdir görmesine sebep olurken asıl arkasında güdülen maksadın yüksek yargıdaki dairelerin hâkimiyetini sağlamak olduğu sonradan fark edilecekti. Bu atraksiyonlar cemaate her sahada hayallerinin ötesinde imtiyazlar getirmişti.
İKTİDAR KAVGASI 15 TEMMUZ’A YOL AÇTI
Gülen grubunun ana merkezine oturttuğu dünyevî maksatlar, onları uhrevî hizmetlerden almış, holdingleşmeye ve güç merkezi olma hevesine götürmüştür. Onca eğitim kurumu, yükseköğretim, içişleri, hariciye, adalet ve askeri sahada sağladığı bürokratik üstünlük, ticarette ve basında elde ettiği imtiyazlı hale kanaat etmeyen Gülen grubu elindekilerle yetinmeyip, siyasette etkin bir saha açmaya yeltenmekle hayatının hatasını yapmıştı. Öyle ya, siyasete soyunmak, tereciye tere satmak veya siyasetçinin amil olduğu konuyu elinden almaya talip olmaktı. Ak Parti bunun farkına vardı ve bunun üzerine 17-25 Aralık diye isimlendirilen siyaset-cemaat restleşmeleri başladı. Bu teşebbüs, lideri Pensilvanya’da bulunan cemaate hitaben ülkenin başbakanının gelişen süreçte, “Ne istediniz de vermedik” mesajının sarf etmesine sebep oldu. Ardından malum 15 Temmuz hadisesi yaşandı.
15 Temmuz da çoğu kesim için 28 Şubat gibi bir turnusol kâğıdıydı. Öncesinde yere göğe sığdırılma-yan Gülen grubu sonrasında vatan hainliğiyle suçlanıp, “FETÖ terör örgütü”ne(!) dönüştürüldü. Bir dönem içtikleri su ayrı gitmeyenler, kol kola güç gösterisi yapanlar, eski durumlarını temize çıkarmak için daha yavuz ve üst perdeden bir saldırı pozisyonu aldılar. Dün gazetesini alıp, sorasında destek verenler, zevahiri kurtarmak için o gün ağza alınmayacak sözler sarf ettiler. Bu yaklaşımları; yaptıkları hatayı kapatma telâşı ve çabasının bir neticesiydi. 15 Temmuz siyasî iradenin tabiriyle; at iziyle it izinin birbirine karıştığı bir süreçti. Siyasetin etkin isimlerinden gazeteci Şamil Tayyar’a göre; “15 Temmuz aydınlanırsa, bugün kahraman dediklerinizin darbenin içinde, hain dediklerinizin tam tersi olduğunu göreceksiniz” dediği biz vatandaşlara göre fulü bir süreçtir. Bu süreçte haksız isnat ve iftiralarla çoğu insanın canı yandı, büyük mağduriyetler yaşandı. Çoğu kamu görevlisi KHK ile görevinden alınıp, aklanmasına rağmen geri görevlerine iade edilmedi. Siyasetten hiç kimse, bu durumu çözüme kavuşturup, vicdanını rahatlatmaya yanaşmadı. Haksız yere işinden olanların hesaplaşmaları sanırız, mahşere kaldı.
NE “HAYDAR AĞA,” NE “HAYDO,” “HAYDAR”
Peki, Yeni Asya Gazetesinin temsil ettiği Nur talebelerinin Gülencilere bakış açısı nedir? Burada, Bediüzzaman’ın bir anekdotunu aktarmamız konuyu daha açık hale getirecektir. Bediüzzaman döneminin hükümetini kastederek; “Hükûmete hücum edenlerin, bazıları ‘Haydo, Haydo’ derlerdi. Bazıları ‘Haydar Ağa, Haydar Ağa’ derlerdi; ben ‘Haydar’ derdim. Şimdi de ‘Haydar’ diyorum.” Bu ifade Yeni Asya Camiasının siyasette yaşanan olay ve olgulara karşı tutumunu vazıh bir şekilde ortaya koyuyor. Gazete haklıya haklı, haksıza haksız deme prensibini devam ettiriyor. Peki, Yeni Asya Gazetesi temsiliyetinde yer alan ADAG Vakfındaki akademisyenlere ne oldu? Onlar da ikiye ayrıldı. Gazetenin bu tutumunu yanlış, siyasetin uygulamalarını doğru bulanlar Bediüzzaman’ın İstanbul’da kaldığı süreçte “Burada her suale cevap verilir ama sual sorulmaz” levhasının sembolik hanının ismine atfen kendilerine yeni bir kimlik tanımladılar. Önceleri tıpkı 1980 İhtilalinde Yeni Asya akımından ayrılıp, siyasetle uğraşmayacağız, yalnız Risale-i Nur okuyacağız diyen meşveret akımı gibi bir anlayış oluşturduklarını dile getirdiler. Yeni Asya Gazetesinin siyasetteki duruşunu, uygulamalarını benimsemediklerini dile getirip, gazetenin artık kendilerini temsiliyetten uzaklaştığını söyleyerek, siyasette taraf belirleyip, mevcut şartlarda Ak Parti’ye destek verdiler. Son dönemlerde ise siyasî iradenin Nas ile bağdaşmayan bariz hatalarının farkına varmakla birlikte, kendi dünyalarında hatalarını ikrar etmeden, sessizliğini korumayı tercih ettiler.
Yeni Asya Gazetesinin işleyen sistem içerinde kendine has eksikleri, farklı uygulamaları olabilir, ama mutlak işleyişi; “Meşveret” anlayışı üzerine olduğundan istikamet noktasında problem yaşaması zayıf bir ihtimaldir. Son sorumuz ise şu olsun; ADAG Vakfı’nın diğer akademik mensupları ne durumda ve nerede duruyor? Onlar da bizim gibi, siyasal İslam’ın cereyan eden sosyal olay ve olgulara bakışının gerçekten değişmediğine kanaat getirip, Yeni Asya Gazetesinin kadim geleneğinde devam dediler. Zaman beklemesini bilene en iyi tefsirdir. Yanlış paradigmalarla doğru ölçütler oluşmaz. Doğru, her zaman doğrudur. Buraya kadar anlatılmaya çalışılan husus Divan şairi Hayalî’nin yukarıdaki dizesiyle anlamak isteyen için oldukça örtüşüyor.
Niyazımız; Allah kimseyi sırat-ı müstakimden ayırmasın! Amin…
-SON-