Kısaca ‘ekranda din anlatımı’ diyebileceğimiz televizyon vaizliği Batı dünyasında 1970’li, ülkemizde 1980-1990’li yıllarda başlamış ise de son çeyrek yüzyılda oldukça dikkat çeken bir faaliyet olarak medya dünyasında yerini almıştır.
Araştırmacılara göre bu faaliyet medyanın ve dinin ortak hedefte buluşmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ekonomik bakımdan maliyetinin düşüklüğü, diğer taraftan toplumda kayda değer bir ilgiye sahip olması onu birçok medya tensilcilerinin vazgeçemeyeceği bir yapım haline getirmiştir.
Türkiye’de 2000’li yıllardan sonra gerek devlet televizyonları gerekse özel televizyonların birçoğu özellikle Ramazan ayı geldiğinde dinî programlara yer vermiş, yıllar içinde bazı isimler ‘televizyon vaizi’ olarak öne çıkmıştır. Medya sahiplerinin din anlayışına göre televizyon vaizleri -dengeyi sağlamaya çalışanlar olmakla beraber- ya fıkıh ağırlıklı, ya kıssa ve menkıbe ağırlıklı, ya da tasavvuf ağırlıklı yayınlar yapmışlardır. Yayınların genellikle dinî musiki ile zenginleştirilmesi, bazı yayınların seyirci huzurunda yapılması, kimilerinin izleyiciden canlı olarak soru alması programların izlenme oranını artırmıştır. Yayımların toplumda belli bir yer edinmesi, en azından bazı medya yöneticileri tarafından yapımların kâr amacına hizmet eden ürünler olarak görülmesine de neden olmuştur.
Geleneksel olarak vaizlik camiye gelen insanları bilgilendirmek, inançlarını diri tutmak ve dinî yükümlülükleri yerine getirmede motivasyon sağlamak iken medya vaizliği ile mekan değişmiş, muhatap kitle hem nitelik hem nicelik olarak farklılaşmıştır. Medya vaizliğinin bir parçası olan televizyon vaizliğinde mekân cami değil ekran olmuş, muhataplar cami cemaati değil ekran karşısına geçen her yaştan, her eğitim seviyesinden insanlar olmuştur. Bu gelişme bir taraftan dinî bilginin çok geniş bir kitleye iletilmesi gibi büyük avantajlar sağlarken bir taraftan da beraberinde bir takım dezavantajlar getirmiştir. Yapılan araştırmalarda bu dezavantajlardan bazıları şöyle sıralanmıştır: a) Dinî bilginin dinin temel kaynaklarına göre yansıtılması yerine medyanın kendi kural ve kaygılarının işe karışarak sunulması, b) dinin ticarî faaliyetlere alet edilmesi riski, c) dinî bilgi ya da dine ait bilginin magazinleştirilmesi tehlikesi, d) farklı dinî görüşlerin paylaşılması sonucu insanlarda dinin gerçek mahiyetine ilişkin kafa karışıklığının ortaya çıkması…
Genelde medya vaizliğinin özelde televizyon vaizliğinin avantajları ve dezavantajları ne olursa olsun, sonuçta en büyük sosyal gerçeklik olan dinin görsel iletişim vasıtasıyla anlatılması çağımızın bir realitesidir. Literatürdeki kullanımıyla dini tebliğ etmek yahut insanları dinî bakımdan irşat etmek ya da Hak’ka davette bulunmak çok önemli ve çok özel bir görevdir. Temelde nebevî bir görevdir. Bu görevi yapan alim, vaiz, mürşitler de bu nebevî görevi yerine getiren kimselerdir. Böyle müstesna bir görevin yerine getirilmesinde hangi içeriğin, hangi usul ve üslupla anlatılacağı, bu görevi yapacak insanların nitelik ve yeterliliğin neler olduğu konusunda müstakil kitaplar kaleme alınmıştır. İçinde bulunduğumuz Ramazan ayında, sahur ve iftar programlarında bu görevi şu veya bu oranda yapmaya çalışanlar olduğu gibi sıkıntılı örneklerle de karşılaşmaktayız. Biz bu vesile ile hâl-i hazırdaki televizyon vaizlerini değerlendirmek yerine Bediüzzaman’ın bir asrı aşkın zaman öncesinde vaizlerle ilgili olarak altını çizdiği prensiplere işaret etmek istiyoruz. Vaizleri dinlediğinde nasihatlerinin kendisine tesir etmediğini söyleyen Bediüzzaman -tam bir irşat örneği sergileyerek- ‘düşündüm, kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum’ diyor. Ardından bunları şöyle sıralıyor:
“Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat-ı müddeâ ve müteharrî-i hakikati iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.
İkincisi: Bir şeyi terğib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.
Üçüncüsü: Belâğatın muktezası olan, hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.
Hâsıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ ispat ve iknâ etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ muvazene-i şeriatı bozmasın. Hem beliğ-i muknî olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin. Ve mizan-ı şeriatle tartsın. Ve böyle olmaları da şarttır.” (Eski Said Dönemi Eserleri, Nutuk, s. 97).
Esasında Kur’an-ı Hakim, -Bediüzzaman’ın onu tarif ederken söylediği üzere-, aynı zamanda ‘kitab-ı davet’ olduğu gibi Kur’an’ın ahir zaman insanına parlak bir dersi olan Risale-i Nur da -zılliyet plânında- aynı zamanda ‘davet, irşat ve vaaz kitabı’dır. Hem sunduğu içerik hem takip ettiği usûl bakımından dinin nasıl anlaşılması ve aktarılması gerektiği konusunda baştan sona kadar ana kaynak mesabesindedir. Bununla beraber Bediüzzaman’ın münhasıran iktibas ettiğimiz pasajı dikkate alarak tüm vaizlere olduğu gibi televizyon vaizlerine de verdiği altın prensiplerden öne çıkanları -kendi basit ifadelerimizle- şöyle maddeleştirebiliriz:
a) Vaizler yaşanan zamanı esas almalı, yaşanan zamanı geçmişe kıyaslayarak anlatılmak istenen mesajı parlak gösterme ya da mübalağa etme cihetine gitmemelidir; b) Vaizler anlatmak istedikleri şeyleri gerekçeleriyle söylemeli, en azından hakikati araştıran zihinleri ikna edici argümanlar ortaya koymalıdır; c) Vaizler iyiliğe teşvik etmek, kötülükten sakındırmak için abartılı yaklaşımlara meyletmemeli, dinin kendi içindeki dengelerini gözetmelidir; d) Vaizler zamanın ruhunu iyi okumalı, ‘ilcaât-ı zamana’ uygun şeyler söylemelidir; e) Vaizler bir problemin çözümünden bahsetmek isterlerse önce onun nedenlerini tespit etmeli, sonra o teşhise uygun reçeteler sunmalıdır; f) Vaizler yaşanan gerçekliği gözden uzak tutarak insanları geçmişin ‘hayal alemlerine’ götürmemelidir; g) Vaizler bilgiyi ezbere aktaran kimseler olmamalı, onu araştırıp tahkik ederek benimsemeli, kendisini ikna etmeli, bu suretle başkalarını da ikna edecek şekilde bir sunum yapmalıdır, h) Vaizler dinî hükümleri ‘hikmet’ temelli öğrenmeli ve öğretmeli, ayrıca ‘dikkat ve tetkik ehli’ olmalıdır, i) Vaizler ‘hal, durum ve zaman’ı hesaba katmalı, buna uygun bir dil, söylem ve üslup kullanmalıdır.
Bediüzzaman kendi gözlemlerinden yola çıkarak 1908’lerde, vaizlerin nasihatlerinin neden tesirli olmadığını kaydedip ‘tesirli bir vaaz’ın temel umdelerinden bahsederken, 1926’dan itibaren telife başladığı Risale-i Nur’da bu prensipleri ziyadesiyle uygulamıştır. Hayatının her döneminde ‘zamanın ilcaâtını’ dikkate almış, iman hakikatlerini kendisinden başlayarak ikna edici delillerle sunmuş, dinin ahkamında en küçük ‘muvazenesizliğe’ yer vermemiş, -kendi ifadesiyle- neşr-i Hak’ta enbiyaya tabi olmuştur. Bu bağlamda Risale-i Nur bütün insanlara olduğu kadar din adına yazılı veya görsel medyada ‘irşad’ çalışması içinde olan herkes için de içerik ve metot olarak demirbaş kaynak niteliğindedir.