"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Risale-i Nur’da “Ahsen-i Takvim” Kavramı

Prof. Dr. İlyas Üzüm
20 Haziran 2024, Perşembe 00:07
Bediüzzaman insana kendisini tanıma ve gerçekleştirme yolunu gösteriyor!

İlk çağlardan itibaren filozoflar alemi anlamaya yönelik yoğun fikri çaba içine girmiş, ilkin evrenin “arke”si hakkında çeşitli görüşler otaya koymuş, çok geçmeden alemde özel bir yeri olduğu görülen bizatihi “insan”ın ne olduğu, diğer varlıklarla ilişkisi, hayatın amaç ve gayesi gibi konulara dair de çeşitli düşünceler geliştirmişlerdir. İnsanı “hayvan-ı nâtık” olarak tanımlamaktan onu toplumsal ilişkiler içinde anlamak gerektiğine yahut maddi nitelikleri üzerinden açıklamaktan ruhî veya hem bedenî hem ruhî özelliklerini hesaba katmak gerektiğine kadar çeşitlenen tanım ve açıklamalar beşeri bilimlerin felsefeden ayrılıp müstakil disiplinler haline gelmesiyle birlikte, her disiplin tarafından ayrı tanımlamalar gerçekleştirilmiştir. Felsefe “insan”ı daha çok düşünen varlık olması, psikoloji davranış ve duygu arkaplânı, siyaset bilimi politik yapıp-etmeleri, iktisat ilmi ekonomik faaliyetleri ve boyutları… itibariyle yorumlayan çerçeveler çizmiş, nihayet “insan bilimi” diyebileceğimiz “antropoloji” özellikle de felsefi antropoloji insanı “ne”liği ve “kim”liğini anlamaya ve açıklamaya odaklanan gelişme kaydetmiştir.1

İnsanın mahiyetini ve konumunu anlamaya dönük beşeri çabalar yanında, hiç şüphe yok ki asıl olarak insanın Yaratıcısı tarafından bildirilen açıklamalar önem taşımaktadır. İnsanlık tarihi ile yaşıt olan bu açıklamalarda Yaratıcı; alemi, insanı nihayet alemdeki tecellileri üzerinden Kendisini tanıtmış, insana nezdindeki yeri ve yaratılış görevleri hakkında beyanlarda bulunmuştur. Onun son vahyi olan Kur’an bu istikametteki açıklamalarla doludur. Nitekim Kur’an-ı Hakim’de insan kelimesi çeşitli türevleriyle (altmış bir yerde insan, on sekiz yerde ins, bir yerde insî, bir ayette enâsî, iki yüz otuz yerde nâs olmak üzere) üç yüzden fazla yerde açıkça zikredilmiştir.2 Bu ayetlerde ilk insanın yaratılışı ve yaşadığı serüven, insanın fiziki olarak anne-karnındaki (alaka ve mudğa’dan doğumuna kadar) oluşum safhaları, yaratılış maksadı, diğer yaratıklara nispeten üstünlükleri, zaafları, imtihanları ve sorumlulukları, ölüm sonrası akıbeti gibi birçok konuya değinilmiştir. 

Ayetlerde “insan” kelimesi kaç defa geçiyor olursa olsun, esasen Kur’an’ın bütünü insan gerçeğini çeşitli yönleriyle ifade eden kelime, terim ve tasvirlerle doludur. Bunlardan birisi de Tîn sûresinde geçen “ahsen-i takvim” tamlamasıdır. Sözlükte “en güzel yaratılış” anlamına gelen bu terkip klasik tefsirlerin bazılarında “insanın fiziki olarak şeklinin ve görünümün güzel olması, organlarının düzgün ve yerli yerinde olması” biçiminde yorumlanmıştır.3 Bazı tefsirlerde ise bu terkibin insanın hem fiziki bakımdan hem de akıl, kalp, anlayış gibi manevi yönleri bakımından en güzel yaratılışta olduğunu ifade ettiği dile getirilmiştir.4  Söz konusu sûrede Yaratıcı özel önemi dolayısıyla incir, zeytin, Tûr-i Sina ve güvenli şehre (Mekke) yemin ettikten sonra şöyle buyurmaktadır: “Biz gerçekten insanı ahsen-i takvim üzere yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Ancak, iman edip salih amel işleyenler hariç. Onlar için devamlı olan mükafat vardır…”5  Görüldüğü gibi burada ahsen-i takvim üzere yaratılan insanın bu güzelliğini korumasının iman etmesine ve salih amel işlemesine bağlı olduğuna dikkat çekilmekte, dolayısıyla imandan ve salih amelden uzak olan kimselerin yaratılıştan gelen güzelliklerini koruyamayıp esfel-i sâfiline yani en aşağı derekeye düşeceği belirtilmektedir.

Risale-i Nur’da “ahsen-i takvim” tabiri

Said Nursi, Kur’an’ın kendine has, bir tür konulu tefsiri olan Risale-i Nur’da “ahsen-i takvim” terimine muhtelif yerlerde değinmiş olmakla birlikte, bunu en geniş şekilde Sözler kitabının Yirmi Üçüncü Sözün İkinci Mebhası’nda ele almıştır. Bu bahsin girişinde “İnsan, ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet câmi bir istidât verildiği için esfel-i sâfilinden tâ a’lâ-yı illiyyîne, ferşten tâ arşa, zerreden tâ şemse kadar dizilmiş olan makamata, merâtibe, derecâta, derekâta girebilir ve düşebilir bir meydan-ı imtihana atılmış, nihayetsiz sukût ve suûda giden iki yol onun önüne açılmış bir mucize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i sanat olarak şu dünyaya gönderilmiştir”6 ifadesine yer vermiştir. Bu suretle müellif “ahsen-i takvim” tabirini “insana verilen câmi istidatlar” olarak açıklamıştır. Bilindiği gibi, bu açıklamada yer alan “istidat” kelimesi “potansiyel yetenekler” anlamına geliyor. Başka bir ifadeyle istidat “çekirdekler gibi gelişmeye ve geliştirilmeye elverişli özellikler” demektir. Aynı cümledeki “câmi” sözcüğü ise “içine alan, kuşatan, cem eden” mânâsındadır. Buna göre müellif “ahsen-i takvim” tabirini “yaratılışta insana potansiyel olarak verilen kapsamlı ve kuşatıcı yetenekler” şeklinde tanımlamış oluyor. Müellif aynı Mebhas’ın İkinci ve Üçüncü Nüktelerinde benzer ifadelerle bunu biraz daha açıyor. Mesela İkinci Nüktede “İnsanın mahiyetine kudretten ehemmiyetli cihâzât ve kaderden kıymetli programlar tevdi edilmiş”7 diyerek “cihâzât” tabiri ile -çok muhtemelen- Kudretin verdiği maddi organ ve duyuları, Kaderin verdiği program tabiri ile de ruhî özellikleri ve duyguları kast ediyor. Nitekim aynı nüktede saydığı “insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hatta hayal ve sair kuvveler”8  ifadesi ile de bunu örneklendiriyor. Üçüncü Nüktede ise “…İnsandaki cihazât-ı mâneviye ve letâif-i insaniye ki, her birisi hayvana nispeten yüz derece inbisat etmiş. Meselâ, güzelliğin bütün merâtibini fark eden insan gözü ve taamların bütün çeşit çeşit ezvâk-ı mahsûsalarını temyiz eden insanın zâikà-i lisâniyesi ve hakàikın bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı ve kemâlâtın bütün envâına müştak insanın kalbi gibi, sâir cihazları…”9  ifadesiyle göz ve görme duyusu, dil ve tat alma duyusu, akıl ve muhakeme gücü, kalp ve muhabbet duygusu gibi organ, duyu ve duyguları zikrediyor. 

İnsandaki iki cihet: İcad ve tahrip

İnsanı sahip olduğu daha doğrusu sahip kılındığı özellikleri itibariyle çeşitli açılardan tahlil eden müellif, aynı Mebhas’da insanın birisi icad ve hayra, diğer şer ve tahribe yönelik olmak üzere iki ciheti bulunduğunu ifade ediyor. Ardından birinci ciheti bakımından arı ve serçeden daha aşağı, sinek ve örümcekten daha zayıf olduğunu, ikinci cihet bakımından ise dağ, yer ve gökleri geçeceğini söylüyor. Daha sonra konuyu örneklerle temellendirip şu ifadelere yer veriyor: “Nefs-i emmâre, tahrip ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir. Fakat, icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüzîdir. Evet, bir hâneyi bir günde harab eder; yüz günde yapamaz. Lâkin, eğer enâniyeti bıraksa, hayrı ve vücudu tevfîk-ı İlâhiyeden istese, şer ve tahripten ve nefse itimaddan vazgeçse, istiğfar ederek tam abd olsa, o vakit “yübeddilullahü seyyiâtihim hasenât”10 sırrına mazhar olur. Ondaki nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılâb eder; ahsen-i takvîm kıymetini alır, âlâ-yı illiyyîne çıkar.”11 

“Ahsen-i takvim”i muhafaza etmek

Görüldüğü üzere müellif burada yaratılışta var olan “ahsen-i takvim” kıymetini muhafaza etmenin beş şartına işaret ediyor: Bunlar; a) Her türlü hayrı Allah’ın yardım ve inayetinden istemek, b) Şer ve tahripten vazgeçmek, c) Nefsine itimattan uzak durmak, d) Kusurlarından istiğfarda etmek, e) Allah’a tam olarak kul olmak. Bunlara riayet edildiğinde müellif, insanın hem “ahsen-i takvim” kıymetini alacağını hem de en yüksek mertebeye ulaşacağını kaydediyor. 

Yalın haliyle ifade etmek gerekirse Said Nursi “ahsen-i takvim”i insana çekirdek olarak verilen donanımlar” olarak açıklıyor, peşinden de bu çekirdeğin nasıl ağaç olacağının yollarına işaret ediyor. Başka bir ifadeyle “insanın insan olmasından kaynaklanan gerçeği”ne dikkat çekerek “insanın, insanî özelliklerini nasıl gerçekleştireceği”ni nazara sunuyor: “İnsan bir çekirdeğe benzer. Nasıl ki, o çekirdeğe Kudretten mânevî ve ehemmiyetli cihazât ve kaderden ince ve kıymetli program verilmiş. Tâ ki, toprak altında çalışıp, tâ o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hàlıkından istidad lisâniyle bir ağaç olmasını isteyip, kendine lâyık bir kemâl bulsun. Eğer o çekirdek, sû-i mizâcından dolayı, ona verilen cihazât-ı mâneviyeyi, toprak altında bâzı mevadd-ı muzırrayı celbine sarf etse, o dar yerde, kısa bir zamanda, faydasız tefessüh edip çürüyecektir. Eğer o çekirdek, o mânevî cihazâtını “Fâliku’l-habbe ve’n-nevâ”nın emr-i tekvinîsini imtisâl edip, hüsn-ü istimâl etse, o dar âlemden çıkacak meyvedar koca bir ağaç olmakla, küçücük cüz’î hakikati ve ruh-u mânevîsi, büyük bir hakikat-i külliye sûretini alacaktır.”12 

Gayet açık olan bu teşbihten sonra müellif hakikate geçerek şöyle diyor: “İşte, aynen onun gibi, insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazât ve kaderden kıymetli programlar tevdî edilmiş. Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde, hayat-ı dünyeviye toprağı altında, o cihazât-ı mâneviyesini nefsin hevesâtına sarf etse, bozulan çekirdek gibi, bir cüz’î telezzüz için, kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mesuliyet-i mâneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir. Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, imânın ziyâsıyla, ubûdiyet toprağı altında terbiye ederek evâmir-i Kur’âniyeyi imtisâl edip, cihazât-ı mâneviyesini hakiki gàyelerine tevcih etse, elbette âlem-i misâl ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennette hadsiz kemâlât ve nimetlere medâr olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-i dâimenin cihazâtına câmi’ kıymettar bir çekirdek ve revnaktar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübârek ve münevver bir meyvesi olacaktır.”13

İnsanın Kendi Gerçekliğinden Kopması

Bu uzun sayılabilecek iktibasta müellif insanın hem “kendisini yitirme sebebi”ne hem de “kendisini gerçekleştirme yolları”na işaret ediyor. Buna göre, -kısaca tekrarlamak gerekirse-, insanın kendi gerçeğinden kopması yani potansiyel özelliklerini çürütmesi esas itibariyle kendisine verilen “cihazât”ı yani her türlü yeti ve yeteneği nefsinin hevesatı doğrultusunda kullanmasından kaynaklanıyor. Mesela, çevrede yaptığı gözlemlerini aklı ile tartarak her şeyde ilahî irade ve kudreti göreceği yerde şartlanmışlık ya da ön yargı ile düşünerek imandan uzak kalması, yahut gözü ile Hakkın tecellilerini göreceği yerde nefsaniyeti adına bakması, yine mesela Rabbinin nimetlerini diliyle tadıp şükredeceği yerde tat alma duygusunu nefsanî haz ve zevkleri namına kullanması bunun bazı örneklerini oluşturuyor. Bunlar kendisine verilmiş olan programları doğru şekilde kullanmama anlamına geldiği için insanı insanî gerçekliğinden tamamen uzaklaştırıyor!

İnsanın Kendisini Gerçekleştirmesi

Diğer taraftan müellif, insanda istidat çekirdeğinin nasıl ağaç olacağını, başka bir ifadeyle insanın kendisini nasıl gerçekleştireceğini çok latif ifadelerle şöyle sıralıyor: a) Potansiyel olarak verilen insanî özelliklerini İslamiyet suyu ile yıkamak, b) Bunları iman ışığı ya da güneşi ile aydınlatmak, c) Yine bu özellikleri Kur’an’ın emirleri çerçevesinde kulluk toprağı altında terbiye etmek, d) Nihayet bütün manevi donanımlarını hakiki gayelerine tevcih etmek. Mesela insanda “güzelliğe karşı takdirle mukabelede bulunma” veya “kemâle yani mükemmelliklere karşı muhabbet duyma özelliği” var. İnsan bu özelliklerini nefsi yahut hevâsı adına değil, Yaratıcının kainatta var ettiği güzellikleri ve kemalleri görüp Ona hayranlık içinde hamd ve tesbihte bulunma, Ona nihayetsiz muhabbet ve teveccüh gösterme” yolunda kullanmalıdır. Zira -müellifin ifadesiyle-, insana verilen cihazâtı-ı acibe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil, belki pek ehemmiyetli hayat-ı bâkiye için verilmiştir.”14  İnsan bu gerçeği düşünerek varlığına kodlanmış özellikleri Yaratıcının emir, hüküm ve rızası doğrultusunda değerlendirmelidir. 

Ahsen-i takvim sırrı: Ubudiyet

Müellif nihayet aynı Mebhas’ın Beşinci Nüktesinde “vazife-i insaniye ve ubudiyetin esasları”na dikkate çekerek bunu anlamanın “ahsen-i takvim sırrı”nı anlamak olduğunu belirtiyor. Hakkında en az altmış sayfalık makale yazmayı gerektiren yaklaşık iki sayfalık metinde hem ubudiyet (kulluk) kavramı hem de ahsen-i takvim sırrına dair ibadet anlayışımızı yeniden gözden geçirmemizi gerektiren son derece özgün bir çerçeve çiziyor. İnsana “çok ehemmiyetli istidat” verildiğini, buna bağlı olarak da yine “çok önemli vazifeler” tevdi edildiğini belirten müellif, -uzaktan uzağa işaret etmek gerekirse-, şunu söylüyor: İnsanın birisi gâibâne (gıyâbî olarak) diğer hâzırâne (karşısında yani huzurunda tasavvur ederek) iki cihette ubudiyeti yani kulluğu vardır. Birinci cihet itibariyle insanın ubudiyeti şunlardır: a) Kainata bakarak Allah’ın rubûbiyeti karşısında Onu tasdik edip Ona itaat etmek, b) Allah’ın esma-i hüsnâsının nakışları hükmünde olan güzelliklere hayret ve sena içinde nezaret etmek, c) Bu ilahî güzellikleri idrak terazisi ile tartıp kalbî bakımdan takdir etmek, d) Yerdeki ve gökteki kudret tecellilerini görüp mütalaa ve tefekkür etmek, e) Kainattaki tüm güzelliklerin kaynağı olan Yaratıcıya muhabbet etmek, huzuruna çıkmaya iştiyak duymak.

Hâzırâne Ubudiyet

Kendisine verilen donanımla kainatı tefekkür ederek Yaratıcıya ibadet eden insan, eserden müessire yani eserden o eseri meydana getirene ulaşarak muhatabâne ve hâzırâne şu tür ibadetlerde bulunur, bulunmalıdır: a) Harika, sanatlı, zinetli eserleri ile Yaratıcının kendisini tanıtmak ve bildirmek istediğini anlamak, buna karşı iman ve marifet ile mukabele etmek, b) Yaratıcının güzel, sayısız rahmet meyveleriyle kendini sevdirmek istediğini anlayıp ibadeti Ona tahsis ederek kendini Ona sevdirmek, c) Kerem sahibi Rabbinin sayısız nimetleriyle perverde etmesine karşılık bütün özellikleriyle hamd ve şükretmek, d) Mevcudat aynalarında Yaratıcının celâl ve cemâl tecellilerine karşı tesbih ve tekbir ile secde etmek, e) Aciz birisi olarak kendi muhtaciyetine mukabil Allah’ın sonsuz cömertlik örneklerini görüp Ondan talepte bulunmak, Ona dua etmek, f) Yaratıcının kainatı fuar gibi teşhir etmesi karşısında Ona “maşallah, bârekellah gibi ifadelerle istihsanda bulunmak, g) Nihayet Onun mutlakiyeti, vahdaniyeti ve ehadiyeti karşısında tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz’an ile, şehadet ile, kısacası “ubudiyet” ile mukabele etmektir. 

Konuyu bu derinlik ve kapsamda  ele alan Said Nursi insanın böyle bir ibadet anlayışı ve uygulamasıyla hakiki insan olacağını ve ancak o zaman “ahsen-i takvim”de olduğunu göstereceğini dile getiriyor. Böylece müellif hem “ahsen-i takvim” kavramının muhteva zenginliğine dikkat çekiyor hem de çoğumuzun bazı formel ibadetlere inhisar ettirdiğimiz “ibadet, ubudiyet, kulluk” kavramlarını hakiki zeminine oturtuyor. Arkasından şu uyarıyı yapıyor: “Ey ahsen-i takvîmde yaratılan ve sû-i ihtiyârıyla esfel-i sâfilîn tarafına giden insan-ı gàfil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde, dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakiki yüzü ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki iki levha-i hakikate bak, sen de gör.” 15

Sonuç olarak Risale-i Nur “ahsen-i takvim” kavramını insana yaratılışta verilen istidatlar, aletler, cihazlar, maddi-manevi özellikler, duyu ve duygular, latifeler, kuvveler şeklinde tanımlıyor. İnsanın “ahsen-i takvim” vasfını koruyabilmesi için bunları veriliş gayesine uygun olarak Yaratıcının emirleri dairesinde kullanması gerektiğini, bunu yaptığında çekirdek hükmündeki özelliklerinin neşv ü nema bularak hem dünya hayatını hem ebedi hayatı saran nurâni bir ağacı netice vereceğini beyan ediyor. Buna bir bakıma “insanın insaniyetini gerçekleştirmesi” denirse, Risale-i Nur bunu sağlayan orijinal bir eğitim seti gibi görünüyor!

Dipnotlar:

1- Bk. Necati Demir, “İnsan Hakkında Bazı Felsefi Görüşler Üzerine”, Felsefe Dünyası, 2004/2, sy. 40, s. 77-93.

2- İlhan Kutluer, “İnsan”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXII, 322.

3- Mesela bk. Beydâvî, Envârü’t-tenzil (Kitâbü Mecmûatin mine’t-tefâsîr içinde [Beyrut tsz.], VI, 536.

4- Begâvî, Meâlimü’t-tenzîl (a.g.e içinde), VI, 536.

5- Tin 95/5-6.

6- Said Nursi, Sözler (İstanbul 2020, YAN), s. 299. 

7-A.g.e., s. 301.

8-A.g.e., s. 302.

9-A.g.e., s. 304.

10- “Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir” (Furkan 25/70).

11- Sözler, s. 302.

12- Sözler, s. 301.

13- Aynı yer.

14- Sözler, s. 303.

15- A.g.e., s. 308-309.

Okunma Sayısı: 4564
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı