“Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı.
Dîvan-ı harplerde (mahkemelerde) bir câni gibi muamele gördüm. Bir serseri gibi,memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca, ihtilattan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. (Tarihçe-i Hayat)
....Böyle diyordu, asrın imamı, sadık yolcu. O bütün hayatı boyunca, sırf milletin îmânının selamette olması için gayret göstermiş birisi idi. Her türlü çile ve ızdıraba sırf bunun için katlanmıştı. Ama, gel gör ki; onun bu çaba ve gayretlerine karşılık ona reva görülen tek şey maddî ve manevi zulüm ve işkenceydi...
Her şart altında işkenceye tabi tutulan bir mahkum... Seksen küsur yıl... Koca bir ömür.
Sürgünler, hapisler, akla hayale gelmeyen maddî mavi işkenceler. O bunların hepsine zerre taviz vermeden katlandı. Hiç kimse, onu bu davasının haklılığından vazgeçiremedi...
O dâvasının haklılığını her zeminde haykırırken hiçbir korkusu, hiçbir tereddüdü yoktu.
Götürüldüğü her yere, başı ağrı dağı kadar dik, gönlü okyonuslar kadar engin gidiyordu. Sani, kartal bakışlı gözleriyle etrafa baktı mı her şey önünde bir kar gibi eriyip gidecek bir pozisyondaydı.
O yürüdükçe, sanki dağ taşta beraber yürüyordu. Gittiği her belde, güllerle donanirken,
uğradığı her il, baharın güzelliklerini yaşıyordu. Onun girdiği her hapishane birer Medrese-i Nûriye olurken, karanlık köşeler nûrun şavkıyla aydınlanıyordu. Ancak, yarasa tabiatlı, insî şeytanlar bunlardan, bu gelişmelerden hiç hoşlanmıyorlardı. Çeşitli hilelerle o sadık yolcuya bir türlü, rahat vermiyorlar, zulüm üstüne zulüm sergiliyorlardi.
Bu sadık yolcunun aydınlattığı yollardan rahatsız olan yarasa tabiatlı insanlar, hiç boş durmadan sürekli takdik değiştirerek zulumlerine devam ediyorlar, yeni yeni oyunlar kuruyorlardı. Onlar ne kadar oyun kurarsa kursun, asıl oyun kurucusu, onların oyunlarını ufacık bir noktayla bozup dağıtıyor, sadık yolcusunu sahil-i selamete çıkarıyordu. Olaylar birbirini kovalarken, ömür sermayeside hızla tükenmekte ve hayat apartmanın catırtı sesleri duyulmaya başlamıştı.
Tam; acı, ızdıraplı, sıkıntılı günler nûrun aydınlığiyla karanlıkları yırtıp âlemi tenvir etmeye başlamışken, yolun sonunun gelgini görmek... Sadık yolcu, sekiz on yaşlarında çıktığı bu kutlu dava yolunda, şeref tâcı olan dâvasın zafere ulaşmasının memnuniyetle, “o nasıl dosttur ki, dostuna gelmez” dendiği, bir makamda intisap ettiği bir diyarda, gecenin nısfında, canlı cansız herşeyin istirahate çekildiği bir anda, “Dostuna” kavuşuyordu.
“Kâlû innâ lillâhi râciûn”... Ondan geldik, yine ona gideceğiz vesselâmm!