Keşiflerle geldiğimiz noktada, mikroskop ile mikro dünyasına nüfuz edildi.
Böylesine aletlerin keşfedilmesi için Allah’ın sunduğu fıtrî kanunların varlığıyla ipucu verilmektedir. Meselâ göz, fıtrî yaratılışta, ışık yardımıyla bir görme aracıdır, merak ve arzu ise, gördüğümüz şeyleri keşif etme, yine fıtrî bir duygudur. Böylece bu iki varlığımızla, Kâinatı seyretmek, sırlarına vakıf olabilmek için gözler, optik yasaların keşfi için bir model olarak yaratılmıştır. Eğer gözlerimiz olmasaydı, optik ilminden bahis etmek mümkün olmazdı. Demek Allah Kendi kudret ve sanatının keşfedilmesini, keşif ilimlerinin, yarattığı sebeplerle ortaya çıkmasını istiyor.
Göz ve ışık müşahhas kavram olarak bilinirken, ruh, merak ve arzular görünmezler. Onlar ancak eylem ve yaptırımlarıyla bilinirler. Dolayısıyla, Allah ile ilişki kurabilmek için çok önemli delillerdir. Bu bağlamda göz, ışık, ruh ve diğer duygularımız değer biçilmez bir değerde yaratılmışlardır.
Gözlerin bu güzellikleri görmesini sağlayan ışık kimindir? Işığın Güneşten geldiğini biliyoruz, ama ışığın sahibinin Güneş olmadığı da bir gerçektir. Eğer Güneş ışığa sahip çıksa, gözün sahibi kimdir? Sorusu akla gelir. Güneş, ışığını nesneye yansıttığı zaman, nesne gözlerde kendini sergilemeye devam eder.
Ruh da gözlere benzer: Üzerinde gerçekliğin ve gerçek varlığın parladığı yere sıkıca yerleştiğinde, Hayy isminden gelen hayat enerjisinin parıltısıyla bulunduğu bedende hayatî fonksiyonunu devam ettirir. Göz, ışık, ruh ve merak arzular, hayatın temel unsurları olması yanı sıra, sonsuz güzelliklerin temaşa edilerek bilinmesi, sonsuz güzellik sahibi Yaratıcının mükemmel sanatının bir tezahürüdür. Görme yeteneğimiz, Güneşi görebilmek için ışıkla mümkün olduğu gibi, Yaratıcıyı bilmememiz içinde yaratılan bütün varlıkların keşifleriyle mümkün olmaktadır.
Bir düşünelim; göz, ışık ve merak arzular vasıtasıyla ruhun sonsuz güzelliklerini görmesi, lezzet alması, kâinattaki sırlara vakıf olması mümkün olabilir miydi? Böyle bir hayat anlamsız olmaz mıydı?
Gözümüze görme niteliği veren, ışığı ona yardımcı kılan, merak ve arzumuzla görebildiklerimizi keşfetmeyi insana kazandıran Yaratıcının, şu muhteşem ilâhî sistemdeki, hassas ayarlarla kurulan, kâinattaki intizam ve düzen, insana şunu hatırlatıyor: Allah Kendinin bilinmesi için sebeplerle keşif edilebilir kılmıştır.
Dolayısıyla fıtratımızda var olan duygu ve yeteneklerimizi, bize Vereni arayıp bulmaya ve O’na teşekkür etmeye mecbur değil miyiz?
Ruh hakkında bize “çok az bilgi verildiği” buyrulmuştur. Ancak sadece insana “ruh üflendiği de” bildirilir. Vahyin sunduğu ve buna benzer âyetler bilgisine istinaden, Bediüzzaman ruhu tarif ederken “harici vücut giydirirmiş şuurlu bir kanun olarak belirtir. Diğer sabit ve daimî emir sıfatlarından gelmiştir. Ruh Ezeli Kudretin, kıymetli bir cevheridir” insanı ve fıtratındaki mahiyetini ele aldığımızda. Ruh, akıl, irade, vicdan ve sorumlu bir varlık olarak, yaratılış amacına ulaşmak için, donatılmış kılan bir öz olduğunu gösterir. Böylece ruh, Hay isminin insandaki yüksek tecellisidir. Bu tecelli sayesinde beşer gerçek insan olma değerine kavuşmuştur. İnsan ancak ruh ve manevî değerler vasıtasıyla insandır. Maddî ve manevî yapısı ile insan huzur ve itminanı ve gerçek varlığını hissetmesiyle ancak insan olması mümkün olmaktadır.
Böylece duygularını tatmin eden mutlu bir geleceğe namzet aday olduğunu, ancak Allah’ın isimlerinin merkez olduğunu ve kendisinde toplandığını. Onun cilvelerinin oluş fonksiyonlarının aynası olduğunun şuurunda olması sonucunda. İnsan, fani ve kısa bir hayat için değil, ebedî bir hayata namzet olduğunu idrak eder. Bu inançla insan Yüce yaratıcı’dan irtibatını kesmemeli.
Göz, Güneşin ışıklarından irtibatını keser, ayın ve yıldızların ışığı ile görmeye çalışırsa, net görüşünü kaybeder, bulanık görmeye başlar. Tıpkı bunun gibi insanda, Yaratıcıdan, ilgisini keserse, bedenen yaşar, fakat insanlık değerini kaybeder.
Yaratılış amacından uzaklaşmış olur.