Toplumların nasıl değiştiğini yorumlamaya çalışan pek çok görüş arasında çok kritik önemi haiz bir önerme, Marx ve Engels’in önermesi genel olarak Marksizm olarak bilinmektedir.
Marksizm nihai olarak komünist bir toplumun ortaya çıkacağını savunan bir önerme olup şimdi bile tarih boyunca kendisinden en çok bahsedilen ve atıf yapılan fikir olma özelliğini korumaktadır. Komünist toplum tüm sınıflardan arınmış ve otoritenin her bireye yayıldığı bir düzenin hayalidir. İnsan toplumları arasında sınıflara yol açan din, milliyet, mülkiyet, aile gibi tüm tarihsel kurumların komünizm tarafından dışlandığı görülür.
Marksizm’e göre toplumların değişimi hep sınıf çatışmaları üzerinden meydana gelmektedir. Çatışmanın kaynağı ise, esas olarak, üretim biçiminin esaslı şekilde değişmesidir. Basitçe anlatmak gerekirse geçimini emeği ile sağlayan ücretli kesim (işçi sınıfı) ile sermaye sahipleri (burjuva) arasında sertleşen ilişkiler temel sosyal değişimleri de tetiklemektedir. Hülasa edersek Marksist Teori üretim biçiminin artık ihtiyaca cevap vermemesi, sermayedarın zenginliğini artırmak için yeni yollar araması ve yeni teknolojilerin mevcut üretim şeklini kökten bir başkalaşmaya zorlaması değişimin temel dinamiğini oluşturduğunu söylemektedir. Bu durumda işçi sınıfının idareyi ele alması kaçınılmaz olacaktır.
Ancak burjuvanın bir türlü yok edilemeyişi, üstelik üretim tekniğini geliştiren, silah gücünü üreten ve/veya bunlara finansman sağlayan mekanizma içinde burjuvanın yer alması, Marksist hayalin -pek çok sebeple birlikte- bir türlü mümkün olamamasını netice vermektedir. Komünist rejimlerin çöküşü, Kapitalizmin yer küremizi işgal edişi, liberalizmin ve demokrasinin yükselen fikirler haline gelmeleri Marksist Teorinin kendini gerçekleştirmesi için başka şeylere ihtiyacı olduğunu göstermektedir.
Genelde Marksizm’in karşıtı olarak gösterilen, aslında tam da buna tekabül etmeyen Kapitalizm, rekabeti esas alması, üretimi ve tüketimi teşvik etmesi dolayısıyla insan nefsine hoş gelen hürriyetin bir formunu barındırmasıyla herkesi cezbedebilmektedir. Serbest piyasa ekonomisi herkese zengin olma fırsatı sunmaktadır (!). Dolayısıyla Komünizmin sözde “eşitlikçi” söylemi Kapitalizmin sözde “hürriyetçi” söylemi karşısında sürekli yenik düşmeye mahkum görünmektedir.
Günümüzde burjuva çok daha etkin bir hale gelmiş ve devletleri, kültürleri, akademik camiayı, bilim, kültür ve sanat çevrelerini de yönlendiren/tehdit eden bir konuma yükselmiştir. Bugün üretim biçimini değiştirmek yanında inanç, kültür, ilim, aile, cinsiyet gibi temel insani kurumları da düzenleme kudretine sahip olan bir burjuvaziyle karşı karşıyayız. Kapitalist ve liberal yaklaşımlarla, Marksizmin yapamadığı şey, tek tip bir dünya düzeninin oluşması hayali gerçekleşmek üzeredir.
Yeni dünya düzeninde insanlara vaad edilen en çarpıcı şey “olabildiğince özgürlük”tür. Ancak bu özgürlük sadece bireysel (aslında nefse tanınan) bir özgürlük olup, bu özgürlüğün bir bedeli olarak tarih boyunca insanı güçlü kılan, şekil veren, ona bir yaşama sebebi sunan, ölüm karşısında bir tutum geliştirmesine yardımcı olan din, kültür, toplum, cemaat, aile gibi otoritelerin dışlanması gerekmektedir. Görüleceği üzere vaad edilen özgürlük Kapitalizmin özü ile Marksizmin ideolojisinin birleşmesini ifade etmektedir. Görünürde Marksizm, Kapitalizm karşısında yenilmiştir ancak bu yenilgi “gerçek bir ruha sahip olmayan” dolayısıyla toplumla ilişkisi hep arka planda kalarak yürüyebilen burjuvaya, kendine ait bir toplum ve gelecek inşa etmesi için bir ideaya, bir ruha sahip olma fırsatı vermiştir. Bu yeni duruma, yani Kapitalist özgürlük ile Marksist eşitliği tek bir dünya düzeni içinde gerçekleştirme girişimine Neo-Liberalizm diyoruz. George Orwell’in “Hayvan Çiftliği” ve “1984” romanlarında işaret ettiği ütopik despotik düzen kendini gerçekleştirmek üzeredir.
Peki Neoliberalizme zemin hazırlayan olaylar nelerdir? İkinci Dünya Savaşında toplumların direncinin düşmesi, ekonomilerin iflası ve ulus devletlerin zayıflaması sonucunda milletlerin koruma kalkanları hasar almış ve devletlerin egemenlikleri oldukça zayıflamıştır. Postmodern felsefe ile tanışmamız tam bu hengamda gerçekleşecektir. Artık büyük ideallerin, devasa yapıların (dinler, ideolojiler vs.) ve koruma kalkanlarının (devlet, millet, kültür, aile vs.) yerini mikro düzeyde kendi başına yetebilen tek bir insan tipi ve olabildiğince küçülmüş toplulukların yer alması gerektiğini savunan fikirler ortaya çıkmıştır.
Postmodern durumun olumlu yansımaları olarak Avrupa Birliğinin ve küresel ve bölgesel düzeyde birliklerin ortaya çıkışı örnek verilebilir. Ancak buna karşılık finans dünyasını kontrol eden, silah endüstrisini elinde tutan, sanat ve bilim dünyasına yön veren ve toplumsal düzeni istikrarsızlaştırma gücüne ulaşmış, oldukça cüretkâr ve saldırgan yeni bir burjuva tipi de ortaya çıkmıştır. Bu yeni burjuva çoğunlukla demokrasilerde konuşlanmakta ve içinde konuşlandıkları demokrasileri ve ulus devletleri yok etmeye çalışmaktadır. Ahir zamanda ortaya çıkacağı haber verilen Büyük Deccal, Kapitalist dünya düzeni içinde Marksist felsefeyi esas tutarak hareket eden bu yeni burjuvanın çalışmalarıyla sokaklarımızda arz-ı endam etmeye ve her yerde görünür hale gelmeye başlamıştır.