Annem öldüğü gün, kışın ortasında yorgansız kalmışım gibi yüreğim üşüdü.
Sanki bir el, içimdeki bazı parçalarımı almış gibi acı duyuyordum. Dört kardeş, annemizin ölümünden sonra sanki vücudumuzdaki kemikler alınmış da boş bir çuval gibi ortada yığılıp kaldık. Ablam bizlere anne olmuştu. Annem, ikiz çocukların doğumundan gelen erken ölümüyle hepimizi ölümün bu zor yüzüyle erken tanıştırmıştı. Üçümüze de baktığından dolayı Ablam Güngör’e küçük annemiz derdik. Hâlbuki ablam daha çocuktu. Çocuk bakımından ve ev işlerinden hiç anlamazdı. Denize düşmüş bir çocuk gibi ha bire çırpınıyordu. Ev işleri ve bizim ihtiyaçlarımızı karşılamaya gayret ederdi. Ancak ev işleri ve çocukların bakımı onu çok yorardı. Geceleri yatağına geçtiğinde yorgun bedeni ve yıpranmış düşünceleriyle sürekli ağlardı. Anneme kızardı. Hatta neden bizi bırakıp gittin diye ona küstüğünü söylerdi. Ablam daha 12 yaşındaydı. Annemin ayrılık hasreti ve üç kardeşin bakımı incecik sırtına ağır bir yük bindirmişti. İnce ruhlu ablamın gözleri sürekli yaşlı ve suratındaki derin çizikler, içindeki fırtınaların büyüklüğünü yansıtıyordu. Ablam, sanki annem ölmemiş de karşısındaymış gibi sürekli bağıra çağıra: “Anne senden küstüm!” derdi. Ablamın anneme küsmesi beni derinden üzüyordu. Hâlbuki annem doğumda ikiz kardeşlerimle beraber ölmüştü. Ablam ise sanki annemin bizi isteyerek bırakıp gittiğine inanıyordu. Ablam, ağlayarak anne niye bu yükü sırtıma yükleyip gittin, seninle hiçbir zaman konuşmayacağım diye konuşmalarına devam ediyordu. Ablam Güngör’ün zayıf bedeni ve pamuk ipliği kadar incelmiş ruhu hastalanıp yatağa düşer ve bir sabah, güneşi görmeden ölür. Annemin ölümünden iki sene sonra ablamın ani ölümü, beni annemin ölümünden daha çok üzmüştü. Ablam, annemle küs olarak öldü diye günlerce odama çekilip ağladım. Hastalandım yataklara düştüm.
Babam kısa bir süre önce evlenmişti. Yeni annemiz bizlere iyi bakıyordu. Ama gönlümde iki mezar açılmıştı. Sürekli içimdeki mezarlarla konuşuyordum. Birbirlerine küs mezarları düşündükçe kalbime batan bir kıymık gibi acı duyuyordum. Odama kapanıp günlerce kapıyı üzerime kilitledim. Babamın bütün ısrarlarına rağmen saatlerce kapıyı açmıyordum. Bunalımdaydım. Babam ve yeni annem, beni sürekli teselliye etmeye çalıştılar. Ne yaptıysam içimdeki mezarlık, dışarıyla görüşmeme izin vermiyordu.
Babam bir sabah suçlu biri gibi yanıma yaklaştı. Benimle konuşmak için yol arıyordu. Ama babamla konuşacak ne isteğim ne de takatim kalmıştı. O gün Kurban Bayramıydı, ama benim bayramdan dahi haberim yoktu. Babam hiçbir şey yokmuş gibi: “Kızım, annen yemek hazırladı Üstad dedene götürür müsün?” diye sordu. Üstad dedeyi daha çok küçük yaşlarda ziyarete gitmiştim. Beni çok sevdiğini biliyordum. “Evet, baba, giderim.” dedim. Üvey annem köfte, yoğurt ve baklavayı kalaylı kapların içine koyup tepsiye yerleştirdi. Üstünü de beyaz peçeteyle örttü. Babam: “Şükran; başını bağla, abdestini al ve git.” dedi. “Üstad’la ne konuştunsa, o sana ne dediyse iyi dinle ve gel bize anlat.” dedi.
Üstad dede Emirdağ’a geldiğinde ben altı yaşındaydım. Evini biliyordum. Yemek tepsisini aldım yola çıktım. Üstad Dede’nin evine geldiğimde kapısında kilit asılı olduğunu görünce eve döndüm. Yolda babamla karşılaştım. Babam: “Ne oldu, yemeği götürdün mü?” diye sordu. Babama: “Kapıda kilit asılıydı, daha eve gelmemiş.” dedim. Babam: “Üstad Hazretleri namaza gitmiş olabilir hadi bir daha git, bak.” dedi. Yemek tepsisi ile evin kapısına tekrar geldiğimde kapı hâlâ kilitliydi. Üçüncü sefer geri dönmeye hazırlanmışken birden kapı aralandı. Üstad beni eliyle işaret yaparak çağırıyordu. Üstad Dede Emirdağ’da geçirdiği hayatının büyük bölümünde devlet yetkilileri evinin kapısını Üstadın üzerine kilitlerdi. Üstad Dede de kapısını ayrıca içerden kendisi kilitlerdi. Üstad Dede bana: “Sabri Amcaya söyle anahtarı alıp sana kapıyı açsın.” dedi. Sabri Amca anahtarı getirip bana kapıyı açtı. Tahta merdivenlerden yemekleri dökmeden yukarıya çıkardım. Odanın kapısı hafif aralıklıydı. Odasına girdiğimde, sarığın ucunu arkaya atmış abdest için paçalarını ve kollarını sıvamıştı. Ayağında takunyaları vardı. Dikkatlice onu süzdüğümde ayak parmaklarının bir kısmının birlerine yapışık olduğunu gördüm. Kapının yan duvarında misafir gibi sıralanmış kocaman kedileri gördüğümde korkudan Üstad dedeye doğru koştum. Üstad Dede miyavlayarak bana hücum etmeye hazırlanan kedilere, elliyle durmalarını işaret etti. “Sizleri doyurdum, çekilin bakayım” der gibi yaptığı işaretten sonra kediler odanın boş olan köşesine çekilerek bizi seyre başladılar. Üstad Dede, bana: “Beni aradığında kabristandaydım.” dedi. Tepsiyi elimden aldı ve mutfağa geçtik. Üstad Dede, yemek tepsisini masanın üstüne koydu. Üstad Dede; büyük, değerli biri evine gelmiş gibi beni karşılıyordu. Tekrar kedilerin olduğu odaya geçtik. Üstad, karyolasının üstüne oturdu ve bana yerdeki mindere oturmamı söyledi. Dizlerimin üstüne saygıyla oturdum. Bana yemekler için teşekkür etti.
Üstad Dede’ye ablamın annemle küs olduğunu söylediğimde gözyaşlarım kontrolden çıkmış gibi akmaya başladı. Gözyaşlarımı elimin tersiyle silmeye yetişemiyordum. Bir yandan da hıçkırarak konuşuyordum. “Üstad Dede!” dedim. “Annemin vefatından sonra ablamla babam tartışırken duydum, Ablam: Anneme darıldım, küstüm!” diyordu. Bunu Üstad Dede’ye anlatırken gözyaşlarım daha da hızlanmıştı. Üstad Dede, başımı sıvazlayarak: “Ablan, annenle küs müydü?” diye sordu. “Evet!” dedim.
Ablam babama: “Madem annem bizi çok seviyordu, ölmeseydi!” diyordu. Babam: “Ölmek elimizde değil ki kızım. Allah herkese bir ecel tayin etmiş vakti gelen ölür!” diyordu. Üstad dede bana gülümseyerek: “ablan annene sen bizi neden bırakıp gittin derken esasında annene naz ediyormuş. Bak kızım! Bu gün Kurban Bayramı, küslerin barıştığı bir gündür. Ben şimdi ablana annenin elini öptürüp annenle ablanı barıştırdım. Bu bayram onlar için gerçek bir bayram oldu. Şimdi annen ve üç kardeşin bir aradalar. Siz de üç kardeş olarak babanızla buradasınız.” dedi. Üstad dede şefkat dolu sesiyle: “Kızım, sen bu ayrılığa çok mu üzülüyorsun?” diye sordu. Tekrar içimdeki ayrılık alevi harlanmaya başladı; yüreğimdeki acı gözyaşı olarak dökülmeye başladı. Üstad dede, bana: “çok üzüldüğünü biliyordum.” diyerek bir eliyle başımı tutu, diğer eliyle de gözyaşlarımı sildi. Üstad dede, bana gülümseyerek: “Annen ve ablan orada rahattalar, artık ağlama. Onlar orada akrabalarınızla beraberler ve rahatları yerinde.” dedi.
Sonra bana: “Mutfağa gel!” dedi. Peşine düştüm. Mutfakta bir kese kâğıdının içinden badem ezmesi çıkarıp bana uzattı: “Ye bunu, iyi olursun.” dedi. Badem ezmesinden bir parça ısırırken Üstad dede öylece ayakta durup bana bakıyordu. Üstad dede bana: “Artık ağlamak yok!” dedi. Badem ezmelerini yedikten sonra içimdeki bütün üzüntülerin bir anda uçup gittiğini hissettim. Sanki birden her şey değişmişti. Başka bir âleme gidip gelmiş gibiydim. Yemek tepsisini bıraktığım masanın başına geçtik. Üstad dede, getirdiğim yemeklerin üstündeki bezi kaldırdı. Köfte tabağından bir köfteyi alıp bana uzattı: “Bunu ye! Sana şifa olur.” dedi. Yoğurt tabağından da bir kaç kaşık yoğurt yedirdi. Getirdiğim yemeği başka tabaklara boşalttı, boş tabakları üst üste koyarak: “Giderken alırsın.” dedi. Haftalardır bu kadar çok yemek yememiştim. Canlandım. Ruhumda, kanat sesleri duyuyordum. Bu gün bayram annemle ablam barışmıştı. Bu gün gerçekten benim bayramımdı.
Kedilerin olduğu odaya geri dönmüştük. Kedilere dönüp baktığımda keyifleri yerindeydi ve sanki fotoğraf çektiriyorlarmış gibi yerlerinden hiç kımıldamadan duruyorlardı.
Üstad dedenin benimle böyle ilgilenmesi bana annemle olan o tatlı şefkatli günleri hatırlatmıştı. Annem kadar sevgi dolu bir sesle: “Bir daha ağlamak, üzülmek yok!” diyordu. Bir süre durup uzun uzun beni süzdükten sonra babamın ve annemin adını sordu. Ben de: “Babamın adı Abdullah, anneminki ise Ayşe.” dedim. Daha sonra kaç kardeş olduğumuzu sordu. Ben de: “Ablam ölünce üç kardeş kaldık.” dedim. “Ablanın adı ne?” diye sordu. “Güngör!” dedim. O: “Günger!” dedi. Adımı sordu: “Şükran.” dedim. O: “Şükriye.” dedi. Diğer kardeşlerimin adını sordu: “Kemal.” Dedim, o: “Kâmil.” dedi. Diğer kardeşimin de adını sordu: “Gönül.” dedim. Sesini çıkarmadan başını aşağı yukarı sallamasından bu ismi beğendiğini anladım.
Üstadın yanında kaldığım süre içinde, kendimi hiç bu kadar değerli ve huzur içinde hissetmemiştim. Üstad dede; ruhumdaki bütün üzüntüleri, dertleri ve sıkıntıları sohbetiyle silinip süpürülmüştü. İçim bir anda kuş kadar hafiflemişti. Sanki bu dünyada tek dertsiz ve mutlu insan benmişim gibi içimde kelebekler uçuşuyordu. Üstad dede, bana gülümsediğinde ruhumun ağır yaralarının tedavi edildiğini hissediyordum. Üstad dede, elinde bir kutuyla mutfaktan çıktı. Kutuyu açtı, içinden 16 tane badem ezmesini sayarak yırttığı bir kâğıda sardı: “Bu badem ezmeleri senin ayak kiran.” dedikten sonra “Bu badem ezmelerinden evdeki herkese verebilirsin.” diye ekledi. Benim duygularımı anlamış, yaralarımı sarmıştı. Benimle bir anne-baba şefkatiyle konuşmuştu. Orada bulunduğum her dakika o kadar hızlı geçmişti ki o aydınlık, mutlu anımı belki binlerce defa bıkmadan, usanmadan yakınımdaki insanlara anlatmıştım. O hatıramı şimdi bile anlattığımda o heyecanı hâlâ duyuyorum. Bir kuş hafifliğinde, bütün dertlerimi dökmüş ve sevinç içinde eve dönmek için izin istedim. Üstad dede: “Babana selâm söyle.” dedi. Mutfaktan yemek tepsisini ve üzerindeki boş tabakları aldım. Üstad dede bir talebesine beni kapıya kadar uğurlamasını söyledi. Üstad dede yaramı iyileştirir gibi: “Şükriye, bir daha ağlamak yok! Ağlamak yok!” dedi. Ben de yeniden doğmuş gibi sevinerek: “Tamam, Üstad dede. Ağlamak yok!” dedim. Üstad dedenin bu ilâç gibi gelen sözlerine teşekkür etmek için tabak dolu tepsiyi yere bıraktım ve mutluluğumu, sevgimi göstermek amacıyla koşup ellerinden öptüm. Arkamı dönüp koşarak yere bıraktığım tepsiyi aldım. Odada sessizce, kimseyi rahatsız etmeden duran kedilere bu defa arkadaşlarımmış gibi baktım. Tahta merdivenlerden aşağı inip evin yolunu tuttum.
Normalde Üstad dede, gelen misafirleri yanında fazla tutmazdı. Misafire sen safa geldin der hemen gönderirdi. Hâlbuki beni yanında epey zaman misafir etmişti. Babam, Üstad’ın bu prensibini bildiği için beni merak etmiş. Üstadın evine yakın bir köşede uzun bir süre beni beklemiş. Elimde tepsi ile koşarak eve giderken babamla köşe başında karşılaştım. Babam, telâşlı bir şekilde: “Nerede kaldın? Seni merak ettim.” dedi. Babama: “Üstad dedeyle konuşmamız bitmediğinden gelemedim.” dedim. Babam hayret içinde: “Kızım bu kadar zaman içinde ne konuştunuz ki?” dedi. “Baba size badem ezmesi getirdim.” dedim. Babam: “Bırak badem ezmesini, anlat ne konuştunuz?” diye sordu. “Üstadı gördüğümde namaza hazırlanıyordu. Ayaklarına baktım ve bazı parmaklarının bitişik olduğunu gördüm. Baba, Üstad dede çok farklı biri. Hem ne yaptı biliyor musun? Annemle ablamı barıştırdı. Onların öbür âleme göçmüş akrabalarımızla mutlu olduğunu söyledi. Bana sürekli: “Üzülme ve ağlama.” diyordu. “Bir de sana selâm söyledi.” dedim. Babama: “Baba! Artık içimdeki o sıkıntılar uçup gitti.” dedim.
Sonraki yıllarda öğrendiğime göre annem aslen Konya Karaman’lıymış. Karaman’da görev yapan Binbaşı Bekir Sıtkı Bey adında bir komutanın çocuğu olmuyormuş. Dedemle olan dostluğundan ötürü dedem annemi Binbaşı Bekir Sıtkı Bey’e evlâtlık olarak vermiş. Annem evlâtlık bir çocuk olarak binbaşının görevi gereği şehir şehir gezmiş. Son olarak Binbaşı Bekir Sıtkı Bey’in Emirdağ’a tayini çıkmış. Annemle babam burada evlenmişler. Annem evlâtlık olduğunu erken yaşlarda öğrenmiş ve bu sebeple bir yanı hep eksik kalmış. Gerçek anne babasının hasreti yüreğinde sürekli tütermiş. Annem bizi hiçbir annede görülmeyen bir sevgiyle severdi. Hiçbirimizi yanından ayırmazdı. Sanki biri bizi alıp götürecekmiş gibi hep ürkerek ve korkuyla yaşardı. Bize doymadan öldü. Annemle kaderimizin bir birine çok benzediğini sonradan anladım. Anne hasreti, Cehennem ateşini yüreğinde taşımak gibi bana acı veriyordu.
Babam ölüm döşeğindeyken bana: “Seni önce Allah’a sonra Üstad Dede’ne emanet ediyorum!” dedi. Babam vefat ettikten sonra Üstad Dede beni manevî evlâdı olarak kabul etti. Babamın öldüğü gün 14 yaşındaydım ve hem anasız hem de babasız kalmıştım.
Üstad Dede, etkili bir zehirleme sonucu 40 gün boyunca hasta yattı. Günlerce komada kalmış, talebeleri ölümünü beklemiş, hastalığı atlatınca ona babamın ölüm haberini vermişler. Üstad Dede haberi duyar duymaz kardeşim Kâmil’i yanına çağırtır ve ona: “Babanız benim yerime kurban gitti. O vefat etmeseydi ben vefat edecektim. Onun için size bakmakla ben mükellefim” dedi. “Sizin tayininiz bundan sonra bana aittir” diye ekledi. Üstad Dede, her gün bize yarım ekmek üzerine sürülen balla gönderirdi. Üstad Dede, bize iltifat ve duâ ederdi. Babamın ölümünden sonra gidecek bir yerimiz olmadığından Mehmet Amca’nın evine yerleştik. Üstad Dede, bizi unutmadığını göstermek için evleninceye kadar ekmeğin arasına peynir, kurabiye, şeker, zeytin veya bal gibi şeyler koyarak günlük tayinatımızı göndermeye devam etti. Bu sayede öksüz ve yetimliğimizi bize unutturuyordu.
Daha sonra amcamın oğlu İhsan Çalışkan’la evlenmem söz konusu olunca Üstad Dede bu habere çok sevinir ve: “Hemen düğün çorbasını, pilavını pişirin ve bana getirin.” der. Üstad Dede, düğün yemeğimi yer ve düğün duâmı yapar.
Üstad Dede, eşim İhsan Çalışkan’ın açacağı iş yeri için on lira çıkarır verir.
Bizler için, “Şükran benim kerimem, İhsan’da benim damadımdır” diye bize sahip çıkardı.