Adamın biri camiye gitmek üzere evinden çıkar, fakat karanlıktır ve giderken yolda ayağı takılır düşer. Kalkıp üstünü silkeleyip evine geri döner, elbisesini değiştirip temiz kıyafetlerle tekrar yola çıkar.
Fakat yine düşer. Yeniden eve gidip üstünü değiştirir ve yola çıkar. Yolda elinde lamba ile birini görür. Yolunu aydınlatan bu adamla beraber mescide doğru ilerlerler.
Adam, lambayı tutan kişiden namazı kendisinin kıldırmasını ister, ama o bunu kabul etmez. Düşen adam ısrarla teklif eder, tekrar ret cevabını alınca merak edip sorar:
-Neden kıldırmıyorsun?
Lamba tutan kimse kendisinin şeytan olduğunu söyler.
Adam şok olur ve neden kendine ışık tutup yolunu aydınlattığını sorar.
Şeytan der ki:
-“Mescide gitmemen için seni düşüren bendim ve sen ilk düştüğünde eve gidip elbiseni değişip tekrar mescide doğru çıkınca Allah senin tüm günahlarını affetti. Ben seni ikinci defa düşürdüm, sen tekrar üşenmedin eve gidip elbiseni değiştin tekrar yola çıktın. Bu defa Allah senin hane halkının günahlarını bağışladı.
Ben korktum ki, üçüncü düşmende Allah bu defa tüm ülkenin günahlarını bağışlayacak ve benim onca çabam boşa gidecek. O sebeple senin güvenli bir şekilde mescide ulaşman için lambayla senin yolunu aydınlattım.”
Mezkûr kıssamızdan hissemize gelince şu cümleyi rahatlıkla kurabiliriz: Din perdesi altında ve sözde “aydınlanma” adına ortaya sürülen projelere ve sahte ışıklara aldanmamak lazım.
Hem zaten bu ahirzamanda esas gaye ve programları, imana ve Kur’ana hizmet olan Kur’an hizmetkârlarının önünü kesmek, onlara mani olmak veya onları başka dünyevî işlerle meşgul ettirmek hususunda cinnî ve insî şeytanlar bir saniye bile boş durmamışlardır.
Geçmişte ve bugün onları hizmetten alıkoymak, dünyevî ve siyasî cereyanlara kaptırıp, onların arasına tefrika sokmak için başvurmadıkları hile ve entrika kalmamıştır. Üstad Bediüzzaman hayatta iken, bizzat kendi dirayeti, duruşu, feraseti ve çelik iradesiyle, en başta da Allah’ın hususî inayetiyle insî ve cinnî şeytanların bütün planlarını boşa çıkarmıştır.
Kendisinin vefatıyla, iman ve Kur’an hizmetlerinin akamete uğrayacağını zanneden bedbahtların bu zanlarını kursaklarında bırakacak hizmet prensiplerini hayata geçirmiş, lahika mektuplarıyla kıyamete kadar devam edecek olan hizmetin adeta raylarını döşemiştir.
Şunu da açık açık beyan etmiştir:
“… hizmet-i Kur’âniye ve imaniyede Cenâb-ı Hak rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki, vefatımla, o hizmet, bir merkezde yapıldığına bedel, çok merkezlerde yapılacak. Benim dilim ölümle susturulsa, pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar, o hizmeti idame ederler. Hattâ diyebilirim: Nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sümbül hayatını netice verir; bir taneye bedel yüz tane vazife başına geçer. Öyle de, mevtim, hayatımdan fazla o hizmete vasıta olur ümidini besliyorum.”1
Üstad’ın bu arzusunu hayata geçirme ve onun duruşunu canlı tutma adına gösterilen cehd ve gayret, gazetemizle açıkça ilan edilmektedir. Aslında Üstad’ın içtimaî hayattaki hak, hukuk, adalet ve hürriyet adına gösterdiği ve işaret ettiği istikametin ne olduğunu, Risale-i Nur yoluyla imana ve Kur’ana hizmet davasında olanlara da ilan etmiş oluyor bu gazete. Onların bunu kabul edip etmemeleriyle de uğraşmıyor.
Bu istikamette yol alırken, mezkûr kıssada olduğu gibi kaç defa müdahale ve çelmelere maruz kalmışsa da, düştüğü yerden kalkıp meşveretlerle toparlanıp aynı istikamette yoluna devam etmiştir ve etmektedir. Allah (cc) yar ve yardımcısı olsun. Amin.
Dipnot: 1- Mektûbât, s. 412