“Fikri sabit zevatın müşavere ile doğru yolu bulması beklenemez. Onların meşveretleri kendi fikirlerini ispat için olur, hakikati ortaya çıkarmak için değil. Durum böyle olunca; meşveret adı altında alınan kararlara çoğu zaman uyulmamakta ve itibar edilmemektedir. Sonucu başından belli olan bir meşveretin sünnete muvafik olmayacağı açıktır.”
Biz de diyoruz ki: Senin dediğin o “fikrisabit”ler onlardır ki, hayatında bir mes’eleyi nasıl duyduysa, onu doğru kabul ederler. Bu tip kimselere, aksini isbat eden dünya dolusu belge sunulsa, sabit fikirlerinden dönemezler. Saplandıkları yanlış düşüncelerini “isnadsız-mesnedsiz” savunup dururlar.
Lâkin Yeni Asya’nın sebatkâr okurlarının ısrarla sebat ettikleri fikirler ise, Risale-i Nur’da makes bulan, Kur’ân ve sünnette de “sabit” olan mes’elelerdir. Yani bu fikirler, onların kafalarında değil, Risale-i Nur’da “sabit”tir. Tanıdığım kadarıyla sen, Risale-i Nur Şakirtlerini “fikrisabit”likle itham etmezsin.
Diyorsun ki: Onların meşveretleri kendi fikirlerini ispat için olur, hakikatı ortaya çıkarmak için değil.
Diyoruz ki: Onların, Risale-i Nur’a dayandırdıkları fikirlerinin ayrıca ispata ihtiyacı yoktur zaten. Hakikat da gün gibi ortadadır. Ancak onlar, Kur’ân ve sünnete dayanan ve her alanda hayata hayat bahşeden bu fikirlerin hayata geçirilebilmesi hususunda istişareler yaparlar. Yani kendi aralarında, kendi işlerini istişare ile yürürlüğe geçirmeye çalışırlar. Zaten âyet-i kerimede mealen, “Onların işleri de kendi aralarında istişare iledir” buyuruluyor. (Şûra, 38.)
Bu emrin, tekrar altını çizelim: “Onların işleri de kendi aralarında istişare iledir.”
Yani onların fikirleri de bellidir, zikirleri de. Belli olan ve Kur’ân’ın bu ahirzamanda manevî mu’cizesi olarak zuhur eden Risale-i Nur’da sabit olan hakikatler, ayrıca neden istişare edilsin ki..
Ama -maalesef- onların; çoğu zaman, yapmaya mükellef oldukları işlerinin yerine, kitapla sabit fikirlerinin istişare masasına yatırılması ise, hariçteki “fikrisabit”ler yüzündendir. Yoksa onlar, Risale-i Nur’da sabit olan fikirlerini ayrıca istişareye açmaya kalkışmazlar..
Yani meselâ; “Risale-i Nurlar sadeleştirilsin mi, sadeleştirilmesin mi? Hüküm Bediüzzaman’ın ve Risale-i Nur’undur: Sadeleştirilemez!
Devlet tekeline alınsın mı, alınmasın mı?
Hüküm bellidir: Alınamaz!
Tam 66 yıl önce, Hazret-i Üstâd’ın, hayattayken hayata geçirdiği ve İttihad ile, hemen akabinde Yeni Asya ile neredeyse 50 yılı bulacak olan neşriyatla savunulagelen Demokratlıktan vazgeçilip, (mahiyetine bakılmaksızın) günübirlik siyasetlerin güdümüne girilip güçlüsüne destek verilir mi, verilemez mi?
Hüküm bellidir: Bütün siyasetler dine hizmetkâr olmalıdır. Din, siyasete asla alet edilmemelidir. Menfi, ırkçı siyasetlerden uzak durulmalıdır. Demokratlıktan, hürriyetperverlikten, istişareden vazgeçilmemelidir. İstibdada, İslâmiyet namına da olsa, destek verilmemelidir.
“Sonucu başından belli olmak” meselesine gelince; elbette ki başı da, ortası da, sonu da belli olan ve daima geçerli olan ölçü ve kriterlerimizin sonuca yansıması ve belirleyiciliği tartışılmaz bir gerçektir. Asıl hata ve vahim hata; sabit ve daimî olan bu nuranî ölçü ve kriterlerin sonuca yansımaması olur ki, böyle bir sonuç dâvânın ve misyonun sonu olur.
Amma velâkin; ölçü ve kriterler çerçevesinde dâvâya ve misyona sahibiyet, şahsîleştirilemez ve belli şahıslara münhasır görülemez, gösterilemez. Dâvânın korunması belli şahısların uhdesine bırakılamaz. Dâvâ bellidir ve kıyamete kadar bâkidir. Şahısları şahs-ı manevî havuzunda koruyan da dâvâdır. Eğer haklı sonuç şahıslardan bilinirse, işte o zaman yorumcumuzun dediği, “sonucu başından belli olmak” iddiası, bu noktada haklı bir vecheye bürünebilir. Yani varılan sonuç; şahısların gayreti, şahısların hedefi görüntüsüne bürünür ve büründürülürse, öyle görülür ve gösterilirse; bu hal, haklı kriterlerin ve şaşmaz ölçülerin zaferi olan sonuca gölge düşürebilir. Vesselâm!