Yavuz Sultan Selim pek sade giyinirdi. Bunun sebebini soranlara, “Süslü ve şa’şaalı giyinmek külfetten başka bir şey değildir.
Boş yere bu külfete katlanmak istemiyorum” derdi. Bir elbiseyi eskiyene kadar giyerdi. Bütün devlet erkânı da böyle davranmak mecburiyetinde kalırdı.
Bir defasında Venedik elçisinin huzur-u şahaneye geleceği haberi gelince; vezirler, sadrazam aracılığıyla durumu kendisine tedirginlikle iletip üzerlerindeki hayli eskimiş elbiseleri yenilemek istediklerini ilettiler.
“Münasiptir” dedi.
Elçinin geleceği gün bütün vezirler, yeni elbiseleriyle padişahın huzuruna vardılar. Fakat Sultan Selim’in aynı eski elbiselerle tahtında oturduğunu hayretle gördüler. Keskin kılıcını tahtın basamağına koymuş, oturuyordu. Pencereden giren güneş ışığıyla bulaşan kılıcın parıltısı gözleri kamaştırıyordu.
Görüşme bittikten sonra Yavuz Selim, Hersekzade Ahmet Paşa’ya dönerek, “Var, elçiye sor bakalım, bizi nasıl bulmuşlar?” emrini verdi. Ahmet Paşa, Padişahın emri üzerine, Venedik Elçisi’ne “Padişahımızı nasıl buldunuz?” diye sorar. Elçi şu cevabı verir:
“O kılıcın parıltısı gözümü öyle aldı ki, kendilerini göremedim bile.”
Ahmet Paşa, elçinin bu sözlerini nakledince Sultan Selim, orada bulunan devlet erkânına dönerek şöyle dedi:
“İşte kılıcımızın ağzı kestikçe, düşmanın gözü ondan ayrılmayıp bizi görmez. Ama Allah esirgesin kesmez olursa, hem bizi görür, hem de tepeden bakar.”
(Sultan Selim’in bu beyanına göre, parantez içinde halimize bakalım. “Maddî kılıç artık kınına girmiştir.” Aziz ve Celil olan Rabbimiz, şanlı ecdadın evlâtlarına manevî elmas kılıç olan Risale-i Nurları ihsan etmiştir. İmanımıza kuvvet; millî, manevî ve siyasî efkârımıza yön veriyor. Ve “Medenîlere galebe ikna iledir.” Onlara galip gelmek; her gün farklı ve süslü elbiseler giyinmek ve boğaza kadar israfa gömülmüş saraylarla olmaz. O elmas kılıcı ele almak ve dünyaya ilân etmekle olur. Tam tersine neşrini durdurmak ise vahim bir hatadır. Bakalım o nurları nokta-i istinad yapmak kimlere nasip olacak?)
Yavuz Sultan Selim, İslâm Birliği için çok gayret gösterdi. Nitekim Bediüzzaman da ittihadı izah ettikten sonra şöyle der: “Elhasıl, Sultan Selim’e bîat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira o vilâyat-i şarkîyeyi ikaz etti, onlar da ona bîat ettiler.”
Sultan Selim, İslâm Birliği maksadını bu şiirle şöyle dile getirir:
“İhtilâf u tefrika endişesi,
Kûşe-i kabrimde dahi bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a’dayı def’e çaremiz,
İttihad etmezse millet dağdar eyler beni.”
(Bölünüp dağılma endişesi, mezarımda dahi rahatsız eder beni. Düşmanların hücumuna karşı tek çare birlik-beraberlik iken, birlik olmazsa millet, kızgın demirle dağlanmış gibi yanarım.)
Yavuz Sultan Selim’in vefatından sonra, âlim ve şair Şeyhülislâm Kemal Paşazade’nin kaleme aldığı mersiyenin bir kıt’ası şöyledir:
“Az zamanda çok işler etmiş idi, Sâyesi olmuş idi âlemgir. Şems-i asr idi asırda şemsin, Zılli memdûd olur zamânı kasîr.
(Az zamanda çok işler başarmıştı. Gölgesi bütün cihanı tutmuştu. O padişah ikindi güneşi gibiydi. Bu vakitte güneşin gölgesi uzun, ömrü de kısa olur.)
RİBÂT
Sözlükte “bağ” anlamına gelen ribât, ıstılâhta, sınır ve karakollarda düşmanın tecavüzünden ülkeyi korumak için nöbet tutan askerlere, sınır boylarında askerlerin ikamet ettiği kışla ve karakollara ve at sürüsüne denir. “Rebata” kökü Kur’ân’da bazı âyetlerde geçer. Bu âyetlerde: Allah’ın (cc), Ashab-ı Kehf’in kalbini îmân ve ibadete bağladığı, itaatte daim kıldığı; çocuğunu bir sandık içinde ırmağa bırakan Musa’nın (as) annesinin kalbini teskin ettiği; Uhud Savaşı’nda mü’minlerin kalplerine sekinet, güven ve huzur verdiği bildirilmiş ve ribât yapılması emredilmiştir. “Râbıtû” emri; Allah yolunda cihad yapmayı, güçlü ve birlik içinde olmayı, dini ve vatanı savunmayı, bu konuda gereken her türlü hazırlığı yapmayı ifade eder.
Yurtdışında, hele ki Bediüzzaman’ın tabiriyle, “Hıristiyan şevketi dairesi olan Frengistan”da yaşamak, meğer neymiş de farkında değilmişiz! Evet buralarda yaşayan Müslümanlar, çoğu zaman iş-güç, ekmek parası derdine, çileli bir gurbet hayatına kendilerini mahkûm hissetmişler ve öyle hissedenler hâlâ çoğunlukta.
Halbûki bu bir “mahkûmiyet” değil, “mazhariyet”tir. İslâm ahlâkını, Müslüman olmayanlara göstererek, onların İslâm âlemine hücumlarına mânen, fikren set çekmek; bir anlamda sınırlarda nöbet tutmak, yani ribat sayılmaz mı?